2022’de “Senin de yaran, Rosa” sergisi vesilesiyle tanıştığım Pelin Uran, benim ilk röportaj konuğum olmuştu. O günden bu yana yas kavramının izini süren Uran, ölüm ve kırılganlığın ardından bu kez kızgınlıkla karşımıza çıkıyor. “Gel kızgınlığı(nı/mızı) konuşalım öyleyse” sergisi, duygunun yıkıcı yüzünü değil, temas arzusunu öne çıkaran bir keşif alanı açıyor.
Üçlemeniz bir yas sürecinden doğdu: İlkinde ölüm, ardından kırılganlık, şimdi ise kızgınlık… Bu duygular birbirini çağırırken, yeni sergiyi yasın içinden yükselen son söz olarak mı görüyorsunuz, yoksa bitmeyen bir sürecin yalnızca başka bir yüzü mü?
Sevgili Zeynep, öncelikle özenle hazırladığın sorular için sana teşekkür etmek istiyorum. Sergiyi gezecek izleyiciler için bir rehber niteliğinde olacak gibi.
Aslında “Gel kızgınlığı(nı/mızı) konuşalım öyleyse” sergisini son söz olarak görmüyorum çünkü yasın içinden başka pek çok kavram çıkabilir, çıkacaktır da. Sanırım benim için acil olan bu üç kavramdı. Bir taraftan da her üç sergi de kavramların potansiyeli ile ilgili: ölümün, kırılganlığın ve şimdi de kızgınlığın.
Beni bu sergiyi yapmaya iten psikanalist yazar Adam Phillips ve onun “yetişkinliğin tanımı” diye açıkladığı; hüsranı ve kızgınlıkları kapsayabilmek ifadesi oldu. Kızgınlık duygusuna her zaman tepki mi veriyoruz, yoksa onu kapsayabilmek mümkün mü?
Sergi ilhamını Phillips’in, kızgınlığın insanlar arasında daha yakın bir iletişim, daha derin bir incelik arzusu barındırdığı önermesinden; kızgınlığın temas arzusuna dönük bu yönünden alıyor ve bu duyguyu daha iyi anlamak amacıyla sessizce derinlerine iniyor.
Önce yaralanabilirlik ve kırılganlık üzerinden bir sergi yaptınız, şimdi ise kızgınlık. Bu duygular arasında doğal bir geçiş mi var, yoksa kızgınlık sizi beklenmedik bir yerde mi yakaladı?
Yaralanabilirlik ve kırılganlık temalı sergilerden önce —ki o zaman seninle henüz tanışmamıştık— ölüm sergisi var. Aslında her iki serginin de öncülü o. 2018 yılında Galeri Nev İstanbul’da gerçekleşen serginin başlığı, “Böyle olacağını bilmediğimiz de bir kadar kesin” idi.
Her bir ölümün kendi ölümümüzü hatırlatırken ölenin biz olmadığımıza sevinişimiz bir yanda; ölüm kavramının en derinden anlaşılmasının olanaksızlığı ile beraber onu yorumlama, anlam verme ihtiyacı çabasının öte yanda oluşu idi üzerinde durduğum; zaten ölüm kavramının daha en baştan insanı kırılgan kıldığının.
Bir taraftan da ölümün en çıplak, açık, kırılgan, yaralı halimiz ortaya çıkarabilecekken, çoğu zaman insanı en katı ve acımasız haliyle karşılaştırabildiğinin. Dolayısıyla senin de parmak bastığın gibi bu duygular/kavramlar arasında bir geçiş var ve kavramlar kendi içlerinde çelişkiler barındırıyor. Kızgınlığın doğasında da ikircikli haller var. Beni bu duygu/kavram üzerine bir sergi yapmaya götüren de aslında bu yönü.
2022’den bu yana sanat dünyasında ve kendi çalışmalarınızda neler yaptınız? Bu süreçte hangi projeler, araştırmalar veya kişisel keşifler sizi besledi, yönlendirdi?
“Senin de yaran, Rosa” sergisinin ertesi yılında, 11 Eylül–28 Ekim 2023 tarihleri arasında Galerist’te gerçekleşen “Hüseyin Bahri Alptekin: Dostlar Arasında (Uzun Bir Hikâyeden Kesitler)” başlıklı grup sergisinin küratörlüğünü yaptım. O sergi de 14 sanatçının katılımı ile gerçekleşmişti ve pek çok eser sergi için üretildiğinden yoğun bir süreçti. Hüseyin Alptekin sergisi sırasında ve sonrasında aklımda kızgınlık kavramı ve sergisi vardı. Yine uzun bir ön araştırma döneminin ardından, aylardır “Gel kızgınlığı(nı/mızı) konuşalım öyleyse” için tam zamanlı çalışıyorum.
Rosa’da yaraların okunması, yorumlanması ve deşifre edilmesi gerektiğini söylemiştiniz. Peki kızgınlık, izleyici tarafından okunabilir veya deşifre edilebilir bir duygular dizisine dönüşebiliyor mu?
Aslında bu ifadeyi “Senin de yaran, Rosa” sanatçılarından Gregory Whitehead kullanmıştı. “Teşhir Yaraları” (1985) tam da bu konuyla ilgiliydi. Bu sergi söz konusu olduğunda tahminim izleyicinin sergiye kendi öfkesi ile geleceği. Benim ümidim, bu sergiyi dolaştıklarında öfkelerinin belki de karşılığını görmemelerine rağmen kızgınlığa farklı bir pencereden bakabilmeleri.
Sonuçta sergide eserleri yer alan sanatçıların çoğunun araştırdığı kızgınlık kavramı veya farklı kızgınlık biçimleri var. Buna yardım edecek iki performans var sergide: New York’lu sanatçı Shaun Leonardo’nun Prova adını verdiği ve sergiden evvel gerçekleştireceği, kızgınlığın korku ve acı ile ilişkisi üzerine çalışacağı üç günlük bir atölye çalışması ve sonucunda gerçekleşecek performans; ayrıca sanatçılarla dokuz aydır üzerinde çalıştığımız; Sevi Algan, Mihran Tomasyan ve Leyla Postalcıoğlu tarafından yaratılmış ve icra edilen “Yine de kızgın hissediyorum” isimli bir dans performansı. İzleyiciyi çok farklı algılara götüreceğine inanıyorum.
Rosa’da kolektif yaralar ve empati üzerine odaklanmıştınız. Şimdi kızgınlık üzerinden ilerlerken, kolektif öfke veya toplumsal kızgınlık sizin için nasıl bir kavramsal alan açıyor?
Bu serginin öncelikli olarak araştırdığı “kızgınlık” dediğimizde aslında ne demek istediğimizi açmak önemli. İngilizcede kızgınlığın karşılığı olan anger kelimesi Latince angor’dan geliyor; anlamı boğazda sıkışma hissi, dolayısıyla ıstırap ya da dert. Yani kelime tarihsel açıdan sıkıntıyla, kederle, acıyla, eziyetle, dertle, üzüntüyle, cefayla, can çekişmeyle, pişmanlık ve kısıtlamayla ilişkili.
Öte yandan çağımızın gündelik dil ve edebiyatında saldırganlık, saldırı, gazap, öfke, hiddet, infial vb. kelimeler birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılıyor. Diğer bir deyişle, kızgınlığın harici işaretlerine ve dışavurumuna tekabül ediyor daha ziyade. Bu da açıklık getirmektense daha fazla kafa karışıklığına sebep oluyor. Bunları birbirinden ayıran ne? Yoğunluk düzeyi mi? Tepkiden ziyade duygu mahiyetiyle kızgınlık kavramı mı? Kızgınlık ne zaman ham şiddeti ifade ediyor? Ne zaman patlayan bir öfkeye dönüşüyor?
“Gel kızgınlığı(nı/mızı) konuşalım öyleyse”, kızgınlığı bir duygu –hatta en sık tecrübe edileni– olarak ele alıyor; saldırganlık ve öfke gibi harici davranışsal tezahürlerinden ziyade kendisine odaklanıyor.
Rosa sergisi kişisel sağaltımınızın bir parçasıydı ve sanatçıların farklı bakışları sizi derinden etkiledi. Kızgınlık sergisinde ise bu kişisel süreç kolektif bir keşfe dönüşüyor mu, yoksa sanatçılar duyguyu hangi yollarla yeniden kurguluyor ve dönüştürüyor?
Sergideki sanatçılar kızgınlığa farklı perspektiflerden bakıyorlar. Sergi sanatçılarından biri olan Franco Bellucci’nin heykelleri hayatının büyük kısmını geçirdiği psikiyatri hastanesinde üretildi. Zorla birbirine bağlanan ve kızgınlık duygusunu doğrudan yayan nesneler, Bellucci’nin çocukluğunda geçirdiği, onu sözlü dilden yoksun bırakan beyin iltihabıyla ilişkili.
Psikoterapist ve klinik psikolog Meral Erten’in çocuk öfkesine odaklandığı ve sergi mekânında da okunabilecek yazısı Kırmızı Çocuklardaki Öfke; öfke ve kızgınlık duygusunu araştırıp keşfe çıkarıyor. Erten, kızgınlığı halihazırda olmuş olanlara karşı bir tepki, diğer bir deyişle yaraya verilmiş bir cevap mahiyetiyle konumlandırıyor.
Alejandro Cesarco’nun Kızgın Bir Sessizlik işi neredeyse göze görünmeyen bir duvar resmi; duygulanımlarla, bedenlerin içinden ve arasından geçen, her zaman dilsel ya da kavramsal bir biçime bürünmeyen hisler üzerine. Dolayısıyla, kızgınlığı bağırmayan, alttan alta hissettirecek bir sergi olacak.
Serginizde kızgınlık, saldırganlığın ötesinde bir keşif alanı açıyor. Sizce, toplumsal olarak bu duygunun “tehlikeli” addedilmesi, onun dönüştürücü gücünü gölgeleyen bir tür sansür değil mi?
Evet. Yoğun duygular toplumsal ilişkiler için tehdit teşkil edebildiğinden, duyguları ifade etmemenin marifet gibi görüldüğü de bir gerçek. İlişkisel varlıklar olduğumuzdan ve kızgınlık ile keder gibi güçlü duygular toplumla bağlarımızı zedeleme potansiyeli taşıdığından, bu hislerle aramıza mesafe koymaya meyledebiliriz.
Sadece toplumsal olarak değil, insanın kendi içinde de uyguladığı bir sansür var çünkü dış dünyaya olduğu kadar iç dünyaya da yönelik bir tepki olan kızgınlık; bizi kızdıran şeyle doğrudan karşı karşıya olmadığımızda da içten içe hissedilebilir. Bu yüzden, ifade edip etmememizden, eyleme döküp dökmememizden bağımsız bir şekilde içsel hayatımızın bir parçası olur. Fakat bırakın kendimizde kabul etmeyi, kızgınlık varlığını tanımak bile zor bir duygu çünkü sık sık acı, korku ve hüsran gibi diğer yoğun duygularla karışabilmekte ve bu da bu duyguyu diğerlerinden ayırıp tanımayı güçleştirmekte.
Kızgınlığı bir temas arzusu, hatta bir umut olarak konumlandırıyorsunuz. Sizce bu sergi, hüsranın hafifleyebileceği o ihtimale gerçekten dokunabiliyor mu?
Araştırıyor diyebilirim sadece.
Yas, kırılganlık ve kızgınlık üçlemenizi tamamladı; peki sırada, küratör olarak sizin için hangi yeni duygu ve kavramsal alan var?
Bu üç sergi benim için çok önemliydi ve olmazsa olmazımdı, Zeynep. Bundan sonra sanırım bir süre duracağım. Beni tüm bu yoğun ve meşakkatli süreci tekrar yaşamaya itecek bir arzu bulana kadar…