1974 yılında İzmir’de doğdu. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde öğrenim gördü. 2015 yılında ilk öykü kitabı Günlerden Kırmızı, 2017 yılında ise ikinci kitabı Hevesi Kirpiğinde Notabene Yayınları’ndan yayımlandı. 2019 yılında Peri Kızı Af Buyrun adlı kitabı Can Yayınları tarafından basıldı. 2021 yılında, Metis Yayınları’ndan çıkan ve Murathan Mungan’ın hazırladığı Erkekler Yalnızlıklar seçkisinde “Evde Bekleyen Biri” adlı öyküsüyle yer aldı. 2022’de İthaki Yayınları’ndan çıkan Annem, Kovboylar ve Sarhoş Atlar adlı kitabı, aynı yıl 7. Antalya Edebiyat Günleri kapsamında “Yılın En İyi Öykü Kitabı” ödülüne; 2023’te ise “Fakir Baykurt Öykü Ödülü”ne ve “34. Haldun Taner Öykü Ödülü”ne layık görüldü. 2023 yılında Sahi Adım Neydi isimli beşinci öykü kitabı yayımlandı.

 

Deniz kıyısında, kayaların arasında, yıpranmış eski bir minderin üstünde bir kirpi gibi her Allah’ın günü oturan sessiz, ihtiyar bir adam var ne zamandır, der kasabalılar.

Uzaktan bakıldığında, bazen arasında konuşlandığı o gri, kara, turuncu, mor, küf rengi, yosun tutmuş, ıslak, kaygan taş parçalarından ayırt edilmiyor görünüşü. Taşlar bile zamanla aşınır, kırılır, düşer, parçalanır, hatta kıpırdanıp yerinden oynar da o, hiç hareket etmeden durup kalıyor; milim değişmiyor yeri.

Gün doğmadan, daha martılar havalanmadan, çiçekler iç çekmeden, evler rüyalarından silkinip uyanmadan, balıklar derin lacivert uykularından kalkmadan, dalgalar esneyip köpüklenmeden ağır aksak geliyor eski, terk edilmiş rıhtıma ihtiyar adam; ve gün batana, yıldızlar kayana, ay doğup taşana, yakamozlar ayaklanana kadar kalıyor. Yağmurda, çamurda, rüzgârda, ayazda, sıcakta kıpırdamadan duruyor. Yanında şarap şişesi, gazete kâğıdına sarılı ekmek somunu, bir avuç peynir ve zeytin oluyor ekseriya. Günleri, geceleri görünmez bir iplikle itinayla birbirine ilmekliyor sanki. Kimse, nereden gelmiş, nereye gider ya da gitmez de yerinde mi sayar, bilmiyor.

Kasabalı, onun hangi vakit kasabaya ayak bastığını, hangi sabah eski rıhtıma geldiğini, kayaların arasında nasıl bir anda peydah olduğunu hatırlamıyor. Sanki bir ananın karnından değil de kasabanın karnından; dağın, taşın, toprağın, kayaların, otların, börtü böceğin, kilin, kumun, çürümüş yaprakların altından doğdu koca adam… Ya da göğün, bulutların, yıldızların, ayın, karanlığın ağzından düşüp kök saldı buralara… Ya da kim bilir, bir gece lacivert, dipsiz deniz tükürüp bıraktı oracığa da ihtiyar adam doğdu, deniyor.

Takvimlerde yazılı olmayan bir sabah —dünyanın en karanlık sabahlarından biri de olabilir elbet— kasabanın berduş balıkçıları, yan yan yürüyen akşamcıları, uykusuz bekçileri kıyıda bir şey görmüşler ama önce seçememişler ne olduğunu. Tuhaf bir kütle varmış uzakta. Gözlerini ovuşturup bakmışlar, lakin anlamamışlar gördükleri kara şeyi. Bir kayaya benzetmişler önce. Taze bir merakla yürümüşler o tarafa. Yaklaştıkça, o kütlenin bir taş değil de hareket etmeyen bir şey olduğunun ayırdına varmışlar. Kıyıya vurmuş bir yunus mu, yoksa oralarda görmeye alışkın oldukları iri bir balıkçıl mı olduğunu seçememişler. Kimi gözlerini dikmiş kırpmadan, kimi yüzüne su çırpmış “Rüya mı görüyorum?” diye.

En sonunda taşa oyulmuş bir heykele benzetmişler. Yanına varınca nefes alıp verdiğini, hatta kıpırdadığını görmüşler o taşın, hayretler içinde. Sanki ezelden beri oradaymış gibi oturan bir Âdem evladı varmış önlerinde. Sanki kasabanın bütün ahalisinden önce, daha kasaba oraya kurulmadan, cümle mahlûkat kondurulmadan gelmiş gibi eski püskü, yıllanmış, tozlanmış bir hâli varmış.

Yüz yüze geldiklerinde ihtiyardan telaşla kaçırmışlar bakışlarını. Öyle tuhafmış ki ihtiyarın gözleri… Sanki dünyanın bütün uykularını uyuyup sabahlarına uyanmış, korkularını, kederlerini, acılarını sırtlanmış, her bir canlının ahını ödünç almış gibi derin bakıyormuş etrafına. Sanki gözlerinde koca koca uçurumlar varmış da, uzun uzun bakarlarsa yuvarlanıp düşüvereceklermiş gibi gözlerini sakınmışlar korkuyla.

Balıkçılar ürpermişler, akşamcılar ayılıvermiş, bekçiler silkinerek ayaklanmışlar. Kutuplardan emanet beyaz bir ayaz yakalayıvermiş yüreklerini buzdan parmaklarıyla. Nefesleri kesile yazmış. Duramamışlar yerlerinde. Ufak ufak uzaklaşmışlar yanından. Hani utanmasalar koşacaklarmış ya, zor dayanmışlar. Serde yiğitlik varmış az buçuk. Kasabanın diline düşmek istememişler.

İşte o gün bu gündür, ihtiyar adam ahalinin hepsinden evvel, hepsinden öncesiymiş gibi eskimiş gözlerle oturmaya başlamış eski rıhtımda. Hem kasabanın yerlilerinden daha yaşlı, hem de daha gençmiş. Kimse yaşını kestirememiş o zamanlar.

Yüzü bazen, sanki bin yıllık bir zeytin ağacından oyulmuş gibi pütür pütür; çizgilerle, kesiklerle, engebeler, tümsekler ve oyuklarla dolu görünüyormuş. Bazen de parlak bir kauçuk gibi, pürüzsüz, çiziksiz, bebek yüzü gibi pespembe parlıyormuş. Gözleri, günün saatlerine göre bazen çakır renginde mavi, bazen kömür karası bir mağara, bazen de bal gibi akarmış bakanın gözlerine. Koyu bir hüzün yağarmış üzerinden.

Bir tek dalgalı saçları değişmezmiş; siyahla beyazın içinde gümüşî teller oynaşırmış gündüz ve gece. Yüzünde, göğsüne kadar inen kıvırcık bakır rengi sakalları, bıyıkları varmış. Elleri kocaman, uzun dallar gibi kayalara tutunur, ayakları çapa gibi toprağa gömülü olurmuş. Sanki kök salmış taşların arasına, yerin taaa dibinden gelmiş gibi… Bütün gün otururmuş minderin üstünde.

İhtiyar adam, ilk zamanlar epeyce dikkat çekmiş, merak celp etmiş haliyle. Birdenbire kayaların arasında biten bir ayrık otu gibi serpilmesine şaşırmış kasabanın sakinleri. Gıyabında sorup soruşturmuşlar, lakin dişe dokunur pek bir şey bulamamışlar. Kimse hakkında bir şey bilmiyormuş.

Âciz, kimsesiz, meczup bir ihtiyar olduğuna hükmetmişler. Ne hikmetse, fazla kurcalamamışlar. Yaşını başını almış bu hırpani kılıklı tuhaf ihtiyardan, eni konu çekinmişler. Ermiş mi, yoksa delirmiş mi; çözememişler bir vakit. Sanki bulaşırmış gibi üzerlerine… kimsesizliği, garipliği, fukaralığı, bu arızalı hâleti ruhiyesi… Uzak durmaya özen göstermiş kasabalı. Hâlâ da öyle. Korku değil ama, endişe.

Önceleri şaşırıp laf atanlar, soru soranlar, birbirlerine kaş göz işareti yaparak “Kimdir, necidir?” diyenler, içten içe dillendiren, rüzgara, suya, komşuya fısıldayanlar olmuş ama birisi de çıkıp karşısına cesaret edememiş, “Dayı sen nereden geldin, ne iştir?” diye sormaya. Hatta yüzüne bile bakamamışlar çok vakit. Hâlâ da doğru dürüst bakan yoktur ya. Sanki onun yalnızlığı, gözlerindeki boşluk, içindeki loşluk üzerlerine sirayet edecek diye korkmuşlar.

İhtiyarın ağzının açılıp da konuştuğunu duymadıkları gibi bir ah dediğini ya da of çektiğini de duyan olmamış daha. Öyle ya, kimseyle konuşmaz, sohbet etmez, denize suya dökülüp karışmaz, meramını, derdini kimseye anlatmaz, kasabanın merkezinden uzakta, taşların, kayaların arasında bir başına yaşayıp durur ihtiyar adam. Eski rıhtımın gerisinde, ıssız bir arazide, terk edilmiş virane bir balıkçı kulübesinde uyuyup uyanır. Karda, kışta, yazda, sıcakta gözlerini bir bilinmezliğe, boşluğa, epey uzağa, kimselerin göremediği, gidemediği ufuk çizgisinin ötesindeki yerlere bırakıp uzun süre de geri dönmez oralardan. Dönemez belki de. Belki dönmeye cesareti yoktur, derler. Ya da mecali. Belki de niyeti.

Kasabalı alışmış kısa zamanda bu ihtiyar adama. Adını soramayınca, akıllarınca bu acayip haline denk düşecek bir ad bulup yakıştırmışlar: Garip. Sormamışlar münasip mi diye? Ne diye sorsunlar ki? Nasıl olsa ihtiyar adamın sesini duyan bir Allah’ın kulu yokmuş daha. Adını dese onlar da ad takmazlarmış elbet. Garip Dayı ses etmemiş rüzgârların, köpeklerin, çakalların, martıların, dalgaların, çok bilmiş çocukların fısıldadığı bu ada. Ne zarar gelir kasabanın tüm garipliğini üzerinde taşısa, bildikleri dünyaya ait olmadığını fısıldayan bu garipliği kabullense. Ses etmemiş elbet. Hatta hoşuna bile gitmiş, de kimseler görmezken bir yanık tebessüm kondurmaya çalışmış suratına. Becerememiş elbet. Ağaç kabukları gibi çatırdamış yüzü. Yanakları, alnı dağılmış. Gözleri incirler gibi yarılmış. Ağzı düğümlenmiş. Saçları, sakalları nergis kökleri gibi tüylenmiş, birbirine karışmış.

Garip Dayı için dünyanın bütün gelmiş, geçmiş ve gelecek günlerini bekler durur der kasabalılar, fısıltıyla geldiğinden beri. Yüksek sesle seslendiremezler, ürkerler. Bulutları rüzgârlara ilikleyerek, cam gözlerini yıldızlara iğneleyerek oturduğunu kabullenmişler, seslenmezler. Garip gelmez ne zamandır onun bu hali; kendilerini kasabanın yerlisi diye adlandıran diğerlerine ve onların ölülerine akraba derler içlerinden.

Arada sırada gizlice gözleyenler, ayan beyan seyredenler olur kayaların arasından. Bazen bir sigara sardığını, ucundan tutuşturduğunu, tütünün alev alev cızırdadığını duyanlar olur. Dumanı içine iştahla, sanki karşıki kıyıları da ciğerlerine dolduracakmışçasına çekişine hayret ederler. Sonra bekleyip bir müddet gözlerini kapatışını, bir anda koca gövdesini tavaf eden o koyu kurşuni dumanı usulca burnundan, ağzından, hatta kulaklarından havaya bırakışını, sonra iri, çakır gözlerini açıp usulca seyre dalışını, uzun bir mektubu okur gibi bakışlarını ayıramayışını uzaklardan gözlerler gizlice. Hatta içinde gezinen o aheste dumanının peşine düşüp merakla takip edenler var aralarında.

Kasaba yıllar geçtikçe değişip dönüşmüş haliyle, halsizce. İnsan evladı rahat durur mu? Durmamış. Kasabanın yeni yüzü yaşı geçkin, boyalı dullara özenmiş ihtiyar kızlara benzemiş zamanla. Garip Dayı gibi sabit kalmamış yerinde hiçbir şey. Usul usul değil, birden bire büyüyüvermiş kasaba. Büyük şehirlere özenmiş bu haliyle.

Önce altın sarısı kumsalın yerini gri beton taşlarla doldurmuşlar. Sonra rıhtım telaşla taşınmış. Küçük sandalların, takaların, teknelerin yerini koca koca yatlar, lüks yolcu gemileri, yelkenliler almış. Işıl ışıl bir marina inşa edilmiş göz açıp kapayana. Oteller, tatil köyleri, pansiyonlar, otoparklar, lunaparklar, alışveriş merkezleri, su parkları, marketler kondurulmuş kasabanın bakir gerdanına. Bağlar, bahçeler, kirazlar, asmalar azar azar küsüp el etek çekmeye başlamış kasabanın siluetinden; lakin kimsenin nazarını çekmemiş. Ağaçlar, arnavut kaldırımlar, kiremit çatılar, ahırlar, kümesler, cumbalar, çardaklar, balkonlar, salıncaklar eksilmiş; kuşlar, böcekler, kertenkeleler, çekirgeler, sincaplar, yılanlar, süleymancıklar, cırcır böcekleri terk etmiş sessizce kasabayı. Kaplumbağalar, tavşanlar, tilkiler, yaban domuzları, geyikler, yabani kazlar, keklikler, turnalar, şahinler, ördekler, çulluklar, saksağanlar kayboluvermiş bir gecede. Mantarlar, papatyalar, ballıbabalar yerine betondan, camdan, tuğladan, taştan beyaz binalar dikilmiş ovaların kucağına, dağların eteklerine, nehirlerin incecik bakir bileklerine. Atlar, eşekler, katırlar, traktörlerle, otomobillerle, motorlarla, kamyonlarla yer değiştirmiş göz açıp kapayana. Sessizliğin yerini gürültü, tenhalığın yerini kıyamet gibi kalabalık almış. Birkaç yıl öncesini hatırlayan kalmamış neredeyse. Sanki kasaba hep böyleymiş, ezelden beri betondan, camdan bir kıyametmiş gibi gelmiş sakinlerine. Bir neşe, bir telaş, bir bolluk, bir zenginlik doldurmuş hepsinin yüreğini.

Garip Dayı’nın oturduğu kayalık rıhtım, çıbanlı bir çıkıntı olarak et beni gibi kalmış zamanla kasabanın sol yanağında. Neredeyse unutulmuş; hani her gün bakar, önünden geçer, görmez ama bilinir, orada olduğu kanıksanır ve bir vakit sonra görünmez olur ya, Garip Dayı da öyle olmuş. Kaybolup yitivermiş gri, yosunlu, küf rengi taşların, kayaların arasında. Bazen yabancı turistlerden, dilini dahi bilmeyenlerden yanına uğrayıp oturanlar, teklifsiz, şarap, ekmek bırakanlar, meyve koyanlar oluyormuş. Bazen uzaktan seyredip sıkılanlar, bazen tuttukları balıklardan verenler, bazen derdini, tasasını bulaştırmaya çalışanlar, bazen yüksek sesle kitap okuyanlar, bazen bir enstrüman çalanlar, bazen omzunda ağlayıp fotoğraf çekenler, bazen içinde biriken hüznü onun sırtına yüklemeye çalışıp kaçışanlar gelip gidiyormuş. Garip Dayı ses etmiyormuş hiç. Etmezmiş yani. Sanki yeminliymiş susmaya, bir kapalı kara kutu gibi oturmaya. Kıpırdamıyormuş. Kim bilir, belki alışıkmış dünyanın bu hali pür melaline. Dönüp başını bakmıyormuş bile avare dolananlara.

Kasabanın o zamanlarda emanet bir bolluk içinde olmasına kimse şaşmamış. Marketlere, AVM’lere, alışveriş sepetlerine, naylon poşetlere sığmayan bolluğa bir Garip Dayı şüpheyle yaklaşmış, ikirciklenmiş ama ona soran, danışan olmamış, fikrini merak eden çıkmamış. Bir çengel bulmacanın boş kalan karelerine bakar gibi bakmış etrafına. Garip Dayı anlam verememiş olan bitene. Yıllar geçtikçe kasaba obur bir insan gibi enine boyuna büyüyüp genişlemiş, zamanla karnı şiş, kapkara, kızıl bir gergedana dönüşmüş; içindekiler de bir karınca sürüsü gibi üreyip çoğalmış. Dahası çoğalmakla kalmamış, kasabanın içine sığmaz olmuşlar; üzerlerindeki tene, deriye, gömleğe, elbiseye, ete sığmadıkları gibi taşa, toprağa, ovalara, dağlara, kaldırımlara, asfalta, duvarlara, evlere de sığmamışlar. Onlar çoğaldıkça Garip Dayı günden güne ufalıp küçülmüş, oturduğu, sığındığı taşların, kayaların arasında garip bir şekilde un ufak olmuş yerinde. Gariplik onda mı yoksa ötekilerde mi bilememiş.

Sokakların, caddelerin, kasabanın bile ismi değişmiş, içinde yaşayanların şekli şemalı, yüzü değişmiş yıllarla ama Garip Dayı hep aynı kalmış. Cismi değişse de bazen ismi aynı kalmış. Derler ki bazen Garip Dayı’nın silueti başkalaşırmış; mevsimden mi, ışıktan mı, gündüzden mi, geceden mi, yağmurdan mı, buluttan mı, yoksa çamurdan mı, kardan mı bilinmez ama bazen kocaman görünürmüş bakan gözlere, bazen ufak tefek, ince, uzun bir gölge, bazen dev gibi bir gövdesi olurmuş, bazen çocuk kadar küçülürmüş bedeni, bazen ulu bir ağaç gibi dimdik dururmuş, bazen narin, kırılacak bir dal gibi sıska; hani bilmeseler ihtiyar bir kadın dermiş uzaktan görenler. Kimse akıl erdiremezmiş zaman zaman değişip duran bu garip adamın şekli şemaline, yaban gövdesine. Bulaşmak istemediklerinden kurcalamazlarmış elbet. Ne me lazım. Dertlerine dert eklemekten çekinirmiş kasabalı. Hâlâ öyle, başkasının acısına ırak olmak için kırk takla atmayı marifet sayar durur ahali.

Arkadan berduşa, önden dervişe benzeyen bu adamı uzun zamandır nereye koyacaklarını kasabalı bilemez. Şimdi ise onca zamandan sonra memleketin ünlü tatil beldesi hâline gelen kasabanın varlıklı halkı ve yazdan yaza uğrayan zengin turistleri yok yerine koymayı daha münasip buluyorlar. Hatta oradan ayrılırken bir pıhtı gibi atıyor bazen Garip Dayı’nın silueti zihinlerinde, sonra kayboluyor usulca. Merakları da çiçek gibi celallenip bir anda açıyor, bir kaç güne kalmayıp pek çabuk soluyor. Hemen unutuyorlar. Oysa bilmiyorlar Garip Dayı öyle veya böyle unutmaz hiçbir şeyi, hatırlar duyduklarını, gördüklerini, yanına gelip gidenleri, eşelenip duranları. Dertlerini, tasalarını, kahırlarını rehin bırakmak isteyenleri bir bir hisseder de ses etmez, çevirmez başını.

Bazıları Garip Dayı’ya dert biçer o zamandan bu zamana. Ona uygun bir acıyı giydirmeye çalışırlar üzerine acemi terziler gibi. Unutamadığı bir yas yakıştırırlar oncacık bedene. Garip Dayı’nın rıhtımda bilinmeyen bir şeyi beklemesine dair bir sürü tevatür ortaya atılır zaman zaman. Kasabalı seviyor bir şeye kılıf uydurmayı, ateşe duman yakıştırmayı. Suya sabuna dokunmadan bir şeyler yumurtlayıp ona iman edip koyun gibi inanmayı. Kimi gençliğinde denizin yuttuğu güzeller güzeli yavuklusunu bekliyor der. Özellikle kasabanın dulları pek sever bu savı. Kimi ailesini beklediğini söyler. Evli barklı koca karıların hoşuna gider bu da. Kimi dünyanın sonunu, kıyameti beklediğini söyler. Dini bütün ihtiyarlar pek memnun kalır bu bekleyişten; sanki kıyamet kopsa oturup canlı yayın izleyeceklermiş gibi camiden ellerinde tespihle heyecanlanırlar. Kimi ölümü beklediğini söyler. Tövbe estağfurullah der bir ayağı çukurdakiler. Kimi gaipten haberler beklediğini, kimi kırklara, yedi uyurlara karıştığını söyler. Kimi gençken bir deniz kızına âşık olduğunu ve onun dönüşünü beklediğini söyler alaycı bir tebessümle. Kimi bir düşün içine hapsolduğunu ve çıkışı bulamadığı için o düşün içinde sıkıştığını söyler. Kimi kötü kalpli bir cadının hışmına uğradığını, ona büyü yapıldığını ve Garip Dayı’yı böyle avare, sağır, dilsiz koyduğunu; kimi de tımarhaneden kaçtığını söyler. Kimi azılı bir katil olduğunu fısıldar uykusuz kaldığı gecelerde hece hece. Yani lafın özü çok kimse çok şey söyler onun hakkında. Her şeye rağmen Garip Dayı kimsenin bilmediği bu uzun bekleyişine bir türlü son vermez. Veremez belki de. Vermek istemez.

Kasabalılar hâlâ türlü şeyler uyduruyorlar Garip Dayı’nın geçmişi hakkında. Onun buranın yerlisi olduğu, çocukluğunu burada geçirdiğini söyleyenler çıkıyor mesela. Kimlerden olduğunu kimse çıkaramıyor haliyle. Yine de Garip Dayı’nın o ihtiyar, buruşuk yüzünü, ak saçlarını, kıvırcık bakır sakallarını, çekik, kırışık çakır gözlerini belleklerindeki çocukların suratlarına oturtmaya çalışıyor kasabanın ölemeyen yaşlıları, lakin bir türlü yakıştıramıyorlar. Sanki Garip Dayı çocukken de hep böyle kocaman, ihtiyar suratlı bir adammış, sokaklarda böyle bilmiş bilmiş dolanır, okulda kabuğuna çekilmiş ceviz gibi saklanır, kimselerin yüzüne bakmaz, uzun uzun uzaklara dalar, yalnızlığını üzerinde bir zırh gibi taşırmış diye düşünürler. Kim bilir belki çocukken de ne uyur ne uyanır, böyle avare dolanırmış düş bozumu gözleriyle diyor işin içinden çıkamayan nineler.

Yolcular, turistler, otostopçular, günübirlikçiler, tatilciler, yabancılar, avareler, serseriler için cezbedici bir masal kaçkını kasabadaki bu ihtiyar adamın garipliği, sessizliği, bir başınalığı. Saatlerce, bazen günlerce kalkmadan, yemeden içmeden oturmasına, kıpırtısızlığına, bekleyişine, sessizliğine hayran hayran bakıyorlar, imrenerek. Belki onun yerinde olmak istiyor bazıları; onun gördüklerini görmek, bildiklerini bilmek, belki de onun gibi dünyayla bütün bağlarını koparmak, pürü pak olmak. Elbet bu kadar gönüllü olmalarının bir sebebi vardır kendilerine bile itiraf edemedikleri. Belki hepsinin günahlarını, yalnızlığını, ıssızlığını sırtlanmış olduğunun farkındalar içten içe. Belki cümle alemin, kasabanın, gelip gidenlerin, yolcuların, yalnızların, yaralıların, şu koca denizin, ormanın, dağların, taşın, dünyanın, evrenin, uzayın, börtünün, böceğin, kuşun yerine beklediğini Garip Dayı’nın seziyorlar. Herkesin sırlarını Garip Dayı’nın gözlerinde, yağmura hazırlanan kara bulutlar gibi biriktirdiğinin belki de farkındalar. Belki bu dünyaya sadece beklemek, herkesin yerine beklemek için geldiğini içlerinden söyleyip kendilerini rahatlatıyorlar. Kasabalının da işine geliyor, onların yerine bir bekleyenin olması. Yeter ki biri beklesin. Kim bilir. Garip Dayı hepsinin yerine gözlüyordur uzakları, hepsinin yerine dinliyordur uçsuz bucakları. Herkesin günahlarını, korkusunu, telaşını içinde hapsediyor, acısını, yarasını, kanını tutuyordur belki de. Salmıyor, saklıyordur.

Kimse farkında olmasa da herkesin hayatına, hafızasına usulca civa gibi sızıyor Garip Dayı. Bir şekilde içlerinden geçiyor, onlara dokunuyor. Bir sese, bir bakışa, bir kıpırtıya takılıp kalıyorlar da neden öyle takılı kaldıklarını ölü balıklar gibi anlamıyor kasabalılar. Sonra silkelenip “hoşt” deyip ayaklanıyorlar. Azrail okşamış gibi ürperiyorlar. Belki Garip Dayı’nın kendisi bile bilmiyor bir sis gibi kasabanın sokaklarına, kaldırımlarına, taşlarına, kumlarına, duvarlarına, evlerine, eşyalarına, bedenlerine, kemiklerine, iliklerine, belleklerine, derilerinin altına su gibi dağılıp aktığını.

İşte böyle böyle beklerken gündüzden geceye bir gün, bir yaz sonu gençten, çiçekli beyaz elbiseli, ateş saçlı bir kadın geldi kasabaya. Gitti, teklifsiz oturdu Garip Dayı’nın yanına. Duymuş muydu, biliyor muydu namını ihtiyar adamın yoksa öylesine mi gitmişti bilinmez. Ne bir şey söyledi ne de sordu. Sessizce bekledi yanında. Günlerce sabahtan akşama kaldı rıhtımda. Rüzgârda savrulan kızıl saçlarının kokusu, teninin rayihası, soluğunun buğusu Garip Dayı’nın üzerine yağdı da kıpırdanmadı yaşlı adam. Ne bakıştılar ne konuştular beklerken. Ne de yanıp tutuştular. Arada kadın sigara paketi çıkardı çantasından. Bir tane kendine yaktı, bir tane ihtiyar adama uzattı. Yan yana sigara içtiler. Gri dumanı iştahla içlerine çekip, telaşsız bıraktılar dudaklarından.

Sonra bir sabah genç kadın gelmedi. Garip Dayı kadın yanına hiç uğramamış gibi oturmaya devam etti rıhtımda. Arada dönüp arkasına baktı diyenler oldu. Kimse inanmadı. O günden sonra Garip Dayı’nın yanına böyle teklifsiz uğrayanlar, günlerce yanında oyalananlar çoğaldı. Hatta oturup onun hakkında yazanlar, resmini yapanlar, fotoğrafını çekenler bile çıktı. Niyeyse her resimde, her fotoğraf karesinde, her yazılan hikâyede Garip Dayı’nın silueti de, yüzü de, gölgesi, karaltısı da değişiyor, duruşu, oturuşu sabit kalmıyordu. Sanki aynı insan değildi hiç birinde; ismi değil ama cismi değişiyordu günden güne. Lakin kimse durup da dikkat etmiyordu Garip Dayı’nın bir çoğalıp bir eksilmesine.

Bir gün gençten, pehlivan gibi uzun boylu bir delikanlının da yolu düştü kasabaya. İçi bomboştu geldiğinde. Büyük şehirden kaçmıştı. Her şeyi geride bırakmıştı. Öyle kandırıyordu kendini. Gözlerinde hüzünden bir perde vardı, kendi bile bilmiyordu. İşi gücü yoktu. Dolanıp duruyordu kasabada. Garip Dayı’yı gördü sonra. Gitti yanına oturdu diğerleri gibi. Tedirgindi başlarda. Çekindi. Ama kalkmadı yerinden. Bir şeyler der diye bekledi. Demedi haliyle Garip Dayı. Olsun, dedi içinden, yine de bekledi genç adam. Merak ediyordu zira hikâyesini. Belki kendi anlatır dedi. Sordu soruşturdu kasabada. Ne sesini duyan, ne ismini bilen vardı. Yüzünün güldüğü, gözlerinin ağladığı görülmemişti daha. Genç adam içinden bir sürü hikâyeler uydurdu onun için. Belki dilsizdir dedi, belki tövbeli bir günahkar, belki eski bir suçlu ya da tövbekâr, ne bilsin bir emekli, kanun kaçağı, sürgün, anarşist de olabilirdi elbet. Belki sağırdır dedi hatta kör. Neden olmasındı? İmkânsız gelmedi bu düşündükleri genç adama. Yine de bir şey diyemedi. Kendi hikâyesi içinde üşüyüp soğumaya başlayınca onun hikâyesi ile ısındı. İçini kemiren sorular yerine gözünü boyayan denizi, bulutları, dalgaları, yakamozları, güneşin bir doğup bir batışını, gemilerin, kayıkların, yatların önlerinden geçip gidişini seyretti. Her zaman yaptığı gibi karşıya dikti gözlerini. Bekledi sessizce. Garip Dayı nereye çevirse başını, o da oraya döndü; ne zaman derin bir nefes alsa, o da peşinden derin bir nefes aldı. Ne zaman bir sigara yaksa, yıllar önce bıraktığı halde o da içti. İnat etti; gitmeyecekti. Herkesten çok yanında kalacak, yılmayacaktı. Derdi neymiş öğrenecekti. Vazgeçmeyecekti. Her şeyi göze almıştı. Gerekirse aylarca kalacaktı orada. Kaldı da.

Günler geçtikçe genç adam kaldığı otele daha az gidiyor, daha az yiyor, daha az içiyordu. Daha az konuşuyor, daha çok susuyordu. Arayacak kimsesi yoktu, merak edecek de. O yüzden rahattı. Öyle avutuyordu kendini. Bir bağı yoktu sanki dünyayla. Yalnızdı ne zamandır. Yalnızlığın konforuna alışmıştı. Unutmak istediği şeyler vardı belki. Belleğinden silmek istediği anılar, geride bıraktığı bir takım hayaletler. Üzerine dar gelen, boğan, sıkan bir geçmiş vardı etinden çıkarmak istediği. Günleri bile şaşırır oldu. Saçları sakalları birbirine karışmaya başladığını çok sonra aynada görünce fark etti. Traş olmadı yine de. Kıyafetleri üzerinden düşer oldu. Çıkarıp değiştirmedi. Koktu ekşi elmalar gibi. Yıkanmadı. Eskisi gibi iri yarı halinden eser kalmamıştı. Aldırmadı. Gölgesi ondan uzak durur oldu. Şaşırmadı. Elleri ayakları ondan önce çıkar gider oldu rıhtıma, kayalıklara, Garip Dayı’nın yanına, alıştı. Gözleri dalar, dili tutukluk yapar oldu. Konuşurken, ki daha az konuşuyordu artık, sesi ona ait değil de başkasının sesine benzer oldu. Aldırmadı. Çatallı, pütürlü kelimeler düşmez oldu dudaklarından, kesik kesik nefes alır oldu; hayret etmedi. En tuhafı da Garip Dayı’nın yanında içi geçer gibi oldu çokça. Yüreği daralır gibi sıkışıp bir ağırlık yığılmaya başladı üzerine ama korkup kaçmadı.

Sanki o kayaların üzerinde otururken yaşı üçer beşer geçermiş gibi geldi genç adama. Otuzu, kırkı, elliyi, sekseni, yüz yaşını geçer gibi hissetti. Ama vazgeçmedi Garip Dayı’nın yanına gitmekten, onunla günü geceyi yiyip bitirmekten, sesini, soluğunu içine çekip bırakmaktan çekinmedi.

Bazen başkasının yorgunluğunu dinlendiriyor, yarasını örtüyor, sıkıntısını oyalıyor, içini eyliyor sandı genç adam bedeninde korkuyla. Ne yapacağını bilemedi o anlarda. Ya sabır, dedi içinden. Şaşırdı. Ürktü. Kendi mi söylemişti bu lafı yoksa içindeki biri mi seslendirmişti? Ağzına yakışmıyordu bu ihtiyar sözcükler. Cık cık etti. Yüzünü ovaladı elleriyle. Sakallar parmaklarının arasından fışkırdı. Ellerine baktı, pütür pütürdü. Kendi uzun ince parmakları değildi bunlar. Lekeli, damarları fırlamış, çarpık çurpuk şeyler ona ait değildi. Bir gariplik vardı. Hani orada iki adam yan yana oturur gibi değil de bir adammış gibi hissetti bazen. Garip Dayı o yaz güneşinde erimiş de taşlara, kayalara, kuma, havaya, suya, toprağa, ona karışmış gibi geldi. Puslu bir bulutmuş gibi dağılacağını sandı bazen, üflesen uçacak bedeninin. Bir göz kırpışı zamanda, bir ömrü tüketmiş de eğilip bükülmüş gibi hissetti kendini. Çatır çutur öter oldu kemikleri, etleri. Bazen gözleri yanındaki ihtiyarın silüetini görmez oldu.

Sonra bir gün çok garip bir şey daha oldu. Bir balığın ağa takılışı, usanmadan çırpınıp kuyruk sallaması, celallenip zıplayıp duruşu, pullarının kuşkuyla dökülüşü ve sonra acı bir teslimiyetle ölümü kabullenmiş gözlerindeki o son bakışı gibi Garip Dayı dönüp bir an ona baktı. Genç adam başta fark etmedi seyredildiğini ama tuhaf hissetti kendini. Titredi hatta. Cılız bir rüzgar ısırdı ensesini, uzaklardan bir martı çığlığı duydu, deniz hafifçe dalgalanıp iç çekti. Kara bir bulut süzüldü karşıdan, usulca dağıldı ufuk çizgisinde. Genç adam nihayet başını çevirip baktığında, o lacivert koyu bakışları görüp hiç garipsemedi, tedirgin hissetmedi. Sanki yıllardır tanıyormuş, yan yana yatıp kalkıyor, yürüyüp bekliyor, oturup dinliyormuş, bildik biriymiş gibi geldi Garip Dayı’nın yaşlı yüzü. Belki de uzaklardan buraya savrulmasının tek sebebi buydu. O ihtiyarla yüz yüze gelmek. Kaderi değiştiremezdi hiç kimse. Genç adam yüksek bir uçurumun dibinden bakıyormuş gibiydi. Kamaştı yüreği. Gözler derin bir yar gibiydi. Garip Dayı gözlerini çektiğinde üzerinden, genç adam düştüğünü sandı, irkilerek gözlerini sımsıkı yumdu, taşlara tutundu. Karşısındaki kırışık yüzün kendi yüzüne ne kadar benzediğini düşündü bir müddet. Biraz daha yaşlı, biraz daha yıpranmış, biraz daha yabancı geldi sadece. Korktu nihayet. Aynaya bakmak gibi bir şeydi bu. Tozlu, dumanlı, sırı çıkmış bir ayna. Gözlerini açtı çekinceyle. Rüya olduğunu düşündü her şeyin. Düşüp uyanacaktı birazdan. Bekledi birkaç saniye, sonra yan tarafına döndü. Kimsecikler yoktu. İhtiyar adam yoktu. Kaybolmuştu. Ne zamandır tek başına oradaydı bilmiyordu. Bir dakika mı olmuştu yoksa bir ay mı, emin değildi. Belki ezelden beri yalnızdı. Belki seneler gelip geçmişti. Bilmiyordu. Ağzı, yüzü, eli, ayağı, eti uyuştu. Bir dalga uzanıp geldi ayaklarının ucuna beyaz köpüklerle. Islandı. Suya dökülüp dağılacağını sandı kum gibi, eriyeceğini, tedirginlikle ayaklarını çekti. Başı döndü. Kanı çekildi damarlarından. Bir ses duydu. Güm güm. Şaşkın baktı etrafına. Yokladı kendini. Boştu yanı hâlâ. Güm güm. Sesi tekrar duydu. İçinden geliyordu sanki. Güm güm. Birisi vuruyordu göğüs kafesinin içinde. Güm güm. Çıkmak ister gibi dışarı. Güm güm. Gözlerini yumdu. Güm güm. İçinde kim var merak etti. Soramadı… Güm güm…

O günden sonra derler ki Garip Dayı hâlâ o kayalıklar arasında oturur tek başına garipliğini bilmeden. Her zamankinden daha erken çıkar, daha geç döner. Daha ağır hareket eder, daha yorgun yürür. Ayakları, elleri, yüzü ona ait değilmiş gibi hisseder bazen. Garipliğin üzerine eski bir pardesü gibi oturduğunu bilmez.

Geçmişin soluk izleri ihtiyar aklının bulanık dehlizlerini böcekler gibi kemirir bazen. Geçmiş kimin geçmişiydi çıkaramaz. Kendinin mi, kasabanın mı yoksa yanına gelip gidenlerin geçmişi mi bilmez. Rüzgârın, dalgaların, martıların, zamanın aşındırdığı kayaların arasında ufalandığını hisseder belleğinin. Neyi beklediğini, kimi gözlediğini, niye bakışlarını karşıya, hep karşıya dikip denizin bittiği yerde, ufkun başladığı noktada dolandırdığını bilmez. Taşın suskunluğunu, uğultusunu içinde duyar. Her an birisi gelip “Omzuma dokunacak hadi kalk,” diyecekmiş gibi gelir ama kimse gelmez.

Dikenleri içine batmış bir kirpi gibi içi acır bazı günler Garip Dayı’nın. Tekinsiz, unuttuğu bir acı yoklar yüreğini. Şaşırmaz. Hiç bilmediği, ona ait olmayan bir özlem kemiklerini sızlatır. Korkmaz. Ne hikmetse huzurlu hisseder kendini. Arada güm güm diyen o sesi duyar. Alışmıştır, garipsemez, telaşlanmaz, yerinden kalkmaz, oturmaya devam eder, öylece bir başına. Bütün kasabanın gözleri gözlerine sığınmış, hepsinin tekmil uykusu, rüyaları üzerine çöreklenmiş gibi dalgın bakar uzaklara.

Kasabadan bu halini görenlerin bir derdi var mutlaka. “Ne garip adam şu ihtiyar,” dedikleri duyulur hâlâ. “Garip Dayı,” diye seslenir bazen çocuklar arkasından, o dönüp bakmaz. Bakamaz. Dillendiremeseler de kasabanın son nefesini vereceği günü beklediğinden şüphelenir ahali. Korkudan diyemezler birbirlerine. Susarlar. Kasaba derin bir iç çeker bu korkuyu hissettiğinde, yerinden kıpırdanır gibi olur, sarsılır dağ taş ama kalkıp gitmez, oturur yerinde Garip Dayı gibi usulca bekler…