İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Sümüklü Böcek Hanım’ın önce kirpikleri kıpırdandı, sonra gözkapakları aralandı, ölgün ışığa alışana dek gözbebekleri şöyle bir döndü, durdu.

Duvardaki tablo sanki biraz eğrilmiş miydi ne? Onu fark etti. 

Yorganın üzerinde parmakları dolandı. Satenin kaygan yüzü içini gıdıkladı, duyargaları gevşedi. Kenarından kaldırıp bacaklarını karyoladan sarkıttı. Öylece oturup bekledi.

Perdenin kıvrımlarından içeri sarımtırak gün ışığı sızıyor gibiydi. Artık beyazlık kalmamıştı. Kulağına cıvıltılı sesler çalındı. Kuşlar şarkı söylüyorlardı.

Kalbi pıtır pıtır atmaya başladı. Dışarıda kara kış bitmiş, bahar başlamış, yaşam canlanmış, yeşeren otlar, başını dikelten çuhalar, renklenen şebboylar, ballıbabalar ağzını sulandırmaya yetmişti. Pıt pıt atan yüreği, “akşama fincan böreği” kokularını adeta burnuna getiren pencere arkası bahçenin müjdesi gibiydi.

Ayağa kalktı, askıdaki bol havlı pelüşten sabahlığını giydi. Ayıcık desenli pazen pijamasının paçaları bileklerine yığıldı. 

Kış uykusu böyle yapardı bütün uykuya yatan canlıları. O da bundan nasibini almıştı işte. Çaktırmadan memnun oldu. Daha bir incelmiş, daha bir endamlanmış, kıvrımları daha belirgin hale gelmiş, onu daha çekici kılmıştı.

Pofidik tüylü terliklerini giyip ılık adımlarla, aşağıya salınmaya başlayan yaldızlı sümüğünü elinin tersiyle silerek banyoya koşup yüzünü gözünü yıkadı. Sopsoğuk su, onca uykunun mahmurluğunu çarçabuk arındırmış, tazecik, pamuk gibi yapmıştı pembeleşen cildini. Şifaydı canım eriyen buzlardan gelen su. Doktor Hanım dememiş miydi; hücrelerinize hayatı başlatan mitokondrilerinizi çoğaltıp canlandırmak için buzlu suyla yıkanın.  Yüzünüzü bile yıkasanız olur. Her gün beş dakka!

Arkasından yaldızlı yanar döner duvağını kesintisizce bırakarak mutfağa aktı. Ama henüz tacındaki duyargalarına bir çiğdem çiçeği bile kondurmamıştı. 

Günışığı burada daha teklifsizdi. Gözleri neredeyse kamaştı kamaşıyordu. Öyle ya; güzün sonuydu, ansızın başlayan kar fırtınası ve donan dünya, onları, alelacele bir mevsim uykuya yatırmamış mıydı da, taaa şimdi uyanmışlardı.

Buzdolabı mır mır mır kendi döngü ve kurgusunda çalışıyordu.

Çift kapıyı aynı anda açtı. Cırtlak beyaz ışık uzay efektleriyle antenlerini yeniden titreştirdi. 

İki şeffaf çekmece de ağzına kadar doluydu.

Tek tek torbalanmış yeşilleri, kırmızıları, morları, turuncuları çıkardı. Yumuşayıp cıvımış olanları hiç açmaya gerek görmeden tezgâhın ötesine iteledi.

Önündekileri adeta okşayarak, “Bunlardan bir çorba yapayım, içine de cup diye dalayım.” derken; ağzı sulandı, yanar döner yaldızlı izlerini yeniden salmaya başladı. 

Gözü, sarardı sararacak pırasa saplarına takıldı. Bu vefalı yeşili asla göz ardı edemezdi de, taa uykuya dalmadan önce ter-ü tazeciklerken alıp da yine sebzelerle karıştırdığında, ondan hiç ummadığı, yaşadığı geçimsizliğini hatırladı, çorbaya koymaktan vazgeçti. Doğranmış pırasaların havuç ve kapya biber dilimleriyle itişip kakışmasının sonucu yeni aldığı blenderine patlamıştı.   

Hanidir ateşini içinde saklayan ocak üstündeki demlikle sevindirik olup içindeki çayı tam kıvamda tavşan kanı yaptığını seslendi.

Kucağına üç aydır yatılmış çarşafları, battaniyeleri, yorgan ve yastık kılıflarını doldurmuş yardımcısı Cimcime’ye kıvrıla kıvrıla yetişti. Makineye, beyazlarla renklileri ayırarak koydular. 

Şimdiii narin keten uçlu beyaz havluları da atarsa narin çamaşırlar için olan sıvı deterjan mı, yoksa beyazları düşünerek ak pak yapan, kirin gözünün yaşına bakmayan otoriter, dediğim dedik toz deterjanı mı koymalıydı? Hadi bakalım bir ikilem, bir sorunsal daha…

Kar beyazı mı, sertlik mi? Tartışmasıyla yine alaim-i semadan yanar döner, yaldızlı salgı gözlerini buğulandırmaya başlamıştı.

… derkeeeen;

Yarı aydınlıktan kuvvetli aydınlığa ulaşan noktada koskocaman bir beyazlık sardı ansızın etrafını. N’olduğunu anlayamıyordu ama hiç beklemediği bir şeyler oluyordu ve pek hayrına olmuyor gibiydi her ne oluyorduysa.

Tepeden aşağı yersizlik, yurtsuzluk!

Hayır hayır, uykuya daldığı buzul günlerinin saydam, ışıklı beyazlığı gibi değildi bu kez. Yumuşak, kaplayıcı bir hiçlik gibiydi.

Bedeninin ağırlığının yok olduğunu, yerçekimsiz yükseldiğini fark ediyordu bir yandan Sümüklü Böcek Hanım. Tam da iş üstündeyken.

Pofidik terlikler kendi ayaklarında yoktu. Belki de hiç olmamıştı. Onlar dünyaca ünlü markanın paha biçilmez “H” harfi logolarıyla, hak edilmemiş rüşvetleri olarak kendi celladındalar şimdi.  

Kapının bahçe eşiğindeki adımdaydı. Kendisi havaya fırlatılırken görüyordu işte! 

Kış uykusu onundu ama mutfak, çelikten çift kapılı buzdolabı, içindeki sarardı sararacak pırasalar, sakallanmış havuçlar, kapyalar, kerevizlerden çorba hayali onun değildi. Çarşaflar da, yastık kılıfları da, yorganlar, battaniyeler de… 

Düpedüz paket edilmiş gibiydi. Bu işte bir acele vardı, bir panik, yetişemeyeceği bir hız. Havalanıyor ve pıt diye bir fiskeyle “Aman Allahım n’ooluyor?” derken fırlatıldığı yeşilliklerin arasında taklalar perendelerle düşüyordu bir yerlere. 

Kopartılmış bir parça pofidik dokulu tuvalet kâğıdı parçasıyla, “Ahh seni gidi seniii, buralara nasıl girersin sen?” diye yakalanmış, derdest edilip bir çift parmak fiskesiyle yeni uyandığı dünyasından bir karmaşanın içine gönderiliyordu.

Şimdiyse tek var olan şey; sokaktı!

Bir meydan… 

Yeryüzünün soluk alıp veren bütün canlıları oradaydı! Fırlatılıp atılmış tüm canlılar… 

Kış uykusundan uyanmışlar da var, dürtüklenip uyandırılmışlar da, bugünlerin geleceğinin yeraltından haberlerini almayı sürdürerek hiç uyumayıp bekleyenler de… Kıvıl kıvıldılar… Kabuklular ve kabuksuzlar, zehirliler, zehirsizler… Sümüklüler, sümüksüzler…

Dumandan cayır cayır yanan gözler, kulakları sağır eden, salgılarını köpük köpük çoğaltan haykırışlar! Hepsinin bir isyanı vardı. İtirazları ortak, dilleri ayrı da olsa başkaldırıları, mücadeleleriyse birlikte.

Ya hep beraber ya hiçbirimiz…

Kış uykusunun bedeli şimdi!