1990 yılında Dersim’de doğdum. Öğretmenim ve şu an İstanbul’da yaşamını sürdürmekteyim.

Göğüs kafesinin hemen altındaki küçük boşluğa yuvalanan korkuya önceleri pek aldırış etmedi Ahkar Efendi. “Bugün, yarın gider elbet.” diye düşündü. Sonra sonra anladı ki gideceği filan yok. Bu yüzden onunla yaşamaya alıştı zamanla. Misal, her ne olursa önce başını eğip göğsündeki yatılı misafire, korkusuna sordu. Temkinli olmayı böyle öğrendi. Acele kararlar vermez, fevri davranmaz, pek fazla da göze çarpmazdı. Kendi sınırları içinde yaşayıp giderdi. 

Efendim, gelelim biz Ahkar’ın o müphem telaşına. Nerden gelip buldu onu bilinmez. İşinde gücünde, sessiz sakin, efendi insan Ahkar Efendi. Kırk dokuz yaşına girmesine de az bir zaman kaldı. Hiç evlenmedi. Evlenmeyi düşünmedi hiç. Aşktan da korktu belki, kim bilir. Devlet Demir Yolları’nın lojmanında yaşar kendisi yıllardır. Kimi kimsesi yok. Bir hasta anacığı vardı bu dünyada bir tek. Onu da geçen yaz kaybetti. Hâlâ atlatamadı da üstelik acısını, yasını tutar daha. 

Her sabah daha gün ağarmadan elinde sefertasıyla düşer yollara Ahkar Efendi, tren istasyonundaki kulübesine gelir, görevini öbür memurdan teslim alırdı. “Bismillah” diyerek otururdu derisi soyulmuş, eski koltuğuna. İlk iş şöyle bir göz ucuyla trenlerin giriş çıkış saatlerini bildirir günlük çizelgeye bakardı. Hoş, bakmasa da olurdu, ezberlemişti zaten. Koca yirmi yılı devirmişti neredeyse. Derken içi kireç bağlamış küçük çaydanlığı alıp bir çay demlerdi. İlk çayını içtikten sonra eline ‘’Dur-Kalk’’ levhasını alarak kulübeden çıkardı. İşte o zaman ilk tren o bilindik düdük sesiyle giriş yapmış olurdu istasyona. İstanbul treni. İstasyonun en kalabalık treniydi bu, en uzunu. Yolcusu hiç bitmezdi. Biter mi? İstanbul bu, koca şehir. Ama bu tren bir çıksın istasyondan, o zaman sessizleşiverirdi ortalık. İn cin top oynamaya başlardı. Az önceki insan kalabalığı yerini onlardan kalan çöplere ve sokak kedilerine bırakırdı. Hem işin bundan sonraki kısmı da oldukça kolaydı. Yaptığı işi seviyordu Ahkar. Seviyordu ya ondan da korkuyordu. Ya işimi yanlış yaparsam korkusu. Ama koca koca, demirden yapılmış vahşi canavarları durdurmak, yolcuları yönlendirmek, onları hızlandırmak, bu kargaşanın ve koşturmanın yönetiminden sorumlu kişi olmak ona ölçüsüz bir haz da veriyordu aynı zamanda. Esas adam olmaktan duyduğu memnuniyet onu tatmin ediyordu.

Efendim, şimdi asıl meseleye gelelim biz. Ahkar Efendi’nin gitmediği hekim kalmadı, demincek sözünü ettim ya hani, işte o sebepten. Mütemadiyen içini kemiren korku yüzünden yani. Her ihtisastan hekime de göründü. Hepsi de aynı şeyi salık verdiler kendisine: “Bir ruh tabibine görünün Ahkar Efendi, zira tahlilleriniz, tetkikleriniz tertemiz.” 

Gitmedi. Gider mi?

 “Deli miyim ben, ne mana?” ‘’Geçer.’’ diye de kızdı.

 Ama içine oturan korku azalır mı? Aksine zamanla büyüdü. Büyüdü büyüdü o kadar büyüdü ki bütün bedenini ele geçirdi Ahkar Efendi’nin. Öyle ki yüz kasları istemsiz kasılıyor, avuçları terliyor, titreyen alt çenesi üst dişlerine çarpıyordu. Göğsü sıkışıyor ve hızla çarpan kalbinin sesi dışarıdan işitiliyordu. Histeri krizi yaşar gibi oluyordu bazen. Derken sonunda içini kapladı bu korku, ruhuna sindi, katran lekesi gibi yapıştı benliğine. En nihayetinde de ayrılmaz bir parçası haline geldi Ahkar’ın.

Gel zaman git zaman her şeyden çekinir oldu Ahkar Efendi. İçine kapandı. İnsanlarla mesafeli duruyor, kalabalık ortamlardan kaçınıyor, en güvenli limanı olan tren istasyonundaki rutinine sıkı sıkıya sarılıyordu. Dış dünyayla ilişkisi oldukça sınırlıydı. 

Ilık bir bahar sabahı, aylardan mart. İstasyon lebalep dolu. Ahkar kulübenin kapısında, gözleri elindeki sefertasında öylece bekliyor. Neyi mi bekliyor? İçeridekinin çıkmasını, görevinin başına geçmeyi. İçerisi iki kişinin sığamayacağı kadar küçük. Devriyesini teslim edecek olan, kapıyı açtı, dışarı çıktı.

“Günaydın Ahkar ağbi, buyur geç.”

Ahkar başını kaldırmadan, kısık sesle yanıtladı. “Günaydın.”

İçeri girdi. Elindekini küçük masanın üzerine bıraktı hızlıca. Çizelgeye baktı göz ucuyla. İlk treninin gelmesine biraz daha vardı. Çaydanlığına uzandığı sırada birisi cama tıkladı. Ahkar kaldırdı başını ve hemen camı açtı. Gelen istasyon şefiydi.

“Ahkar Efendi, bugün tren geçiş saatleri değişti. Yeni çizelgenizi teslim ediyorum. Buyrun.”

Ahkar Efendi kâğıdı aldı, okumaya başladı: “19 Mart 2025 Çarşamba tarihli tren seferleri aşağıdaki gibidir…”

19 Mart 2025 Çarşamba…

19 Mart demek, bugün onun doğum günü. Günleri unutmuştu yaşarken. Sahi, kaç yaşına girdi bugün?

Yerinden doğrulup arkasında asılı duran küçük aynaya baktı. Karşısında duran çehreyi tanıyamadı bir an. Dikkatle inceledi, elini yüzünde gezdirdi. Alnına, şakaklarına dokundu. Yüzündeki çizgilerle buluştu parmakları. Yaşlanmıştı. Yaşlanıyordu. Kim bilir ne zamandır kendi yüzüne böyle dikkatli bakmamıştı. 

Derken az sonra uzaktan gelen bir trenin sesi duyuldu. Hemen toparlanıp düzeltti kendini. ‘’Dur-Kalk’’ tabelasını alarak dışarı çıktı. Her zamanki gürültüsüyle İstanbul treni yaklaşıyordu istasyona. Ahkar Efendi treni durdurdu. Tren durur durmaz bir hareketlilik başladı hemen. Yolcular birbirleriyle yarışırcasına vagonların açık kapılarına doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Sıkı sıkı kavradıkları bavullarındaki sırlarla oradan oraya koşturan, bağıran, birbirlerine seslenen yolcuların bu görüntüsü oldu olası Ahkar Efendi’ye kıskançlıkla karışık bir acı hatta bazen tiksinti verirdi. Bütün bu insanların yetişmek istedikleri bir tren, gidecekleri bir yol ve varacakları bir durak vardı. Ya kendisi? 

Bunları düşünürken önünde duran trene gözlerini ayırmadan, dikkatle baktı. Rengine, büyüklüğüne, kirlenmişliğine baktı. Vagonlarını saydı, camlarından içeriyi görmeye çalıştı; ama trenin içindekiler yolcu değildi. Şaşırdı. Hepsi… Birbirinin aynısıydı. Aynı yüz, aynı gözler, aynı telaş, aynı korku. Hepsi Ahkar Efendi’ydi.
O an anladı.
Bunca yıl istasyonun içinde volta atan, kararlarını hep korkusuna danışan, kendini sınırların içinde tutan Ahkar Efendi, hiçbir zaman tek bir kişi olmamıştı. O trende, her ihtimalin bir versiyonu vardı sanki. Kaçmadığı zaman, konuştuğu zaman, korkusuna teslim olmadığı zaman yaşayabileceği yüzlerce hayat… Hepsi burada durmuş, onu bekliyordu.

İçlerinden biri ona baktı.

İstasyondaki o eski koltukta oturmayan, korkusunu kabul etmeyen, başkaldıran, o trene binip gitmiş olan Ahkar Efendi.

Elini uzattı.

“Gelmeyecek misin?”

Ve o anda Ahkar Efendi göğsünde bir titreme hissetti. Tanımlayamadığı bir his göğüs kafesini zorluyordu. Alışık olduğu o her zamanki sessiz yoldaşı değildi bu kez. Bu his, onu kendi kabuğundan, kendi sınırlarından dışarıya doğru çekiyordu adeta. Başını eğdi yine göğsüne. Kendini dinledi; ama bu o tanıdık endişelerinden ve korkularından başka bir şeydi evet. Gelecek korkusu, iş korkusu, müdür korkusu, maddi korkular, uhrevi korkular, kaybetme korkusu, ikbal korkusu, devlet korkusuHiçbiri değildi bu kez kalbini sıkıştıran. Daha ziyade, uzun zamandır uykuda olan bir merakın, bir keşif arzusunun hafifçe kıpırdanmasıydı bu. Önüne geçilemez bir arzu.  O an, bir değişimin eşiğinde olduğunu derinden hissetti. 

Ağır ama kararlı bir adım attı, vagonun açık olan kapısından. O güvenli çemberin dışındaki dünyayı keşfetmek için İstanbul iyi bir seçimdi. Her şeyin çok güzel olacağını yüreğinde hissediyordu.