Cem Erciyes: İz bırakan yayın yönetmenleri yok yayıncılık dünyasında. Patronlar var, onlar da gerçekten entelektüel bir birikime sahiplerse kalıcı bir iz bırakıyorlar. Dönüşümün olduğu yer gazete yayın yönetmenliği bana kalırsa. Gazete yayın yönetmenleri bire bir etki eder, gazetenin ruhunu, yüzünü tamamen değiştirirdi.
Çevrimiçi dergimizin bu sayısında “Dönüşüm” teması üzerine gezintiye çıktık. Temamızın olmazsa olmaz çağrışımlarına çıkan yol elbette yayıncılık. Kurgu, kurgu dışı, çeviri… Her türlü basılı eserin bize ulaşmasının ilk adresi yayınevi.
Bu sayıda, söyleşi önerimizi kabul eden sayın Cem Erciyes’le sorularımız üzerinden karşımıza çıkacak bazı manzaralara bakmak istedik. Uzun zamandır yayın hayatında emeğini ortaya koyan, pek çok metni okurlarla buluşturan isimlerden biri Cem Erciyes… Deneyimlerini ve görüşlerini bizimle paylaştı. Keyifli okumalar umuduyla…
Merhaba Cem Bey, sorularımızla bu yolculuğa çıkmayı kabul ettiğiniz için teşekkürlerimizi sunarak başlayalım. Şimdi kelimeleri yan yana getirerek oluşturulan cümlelerin edebiyatın içinde, o konu sınırlı; anlatım sonsuz matematiği içinde oynadığı rolü “dönüşüm” gözlüğüyle masaya yatırsak siz gördüklerinizi nasıl anlatırsınız?
Kelimelerin sıralanması değişse nasıl bir etki ve anlam olurdu? Aklıma İzmir’de Batı dershanesindeki Türkçe hocamız Hasan Ali Toptaş geldi. Hemen yan sınıfta ders vermekte olan Feyza Hepçilingir’in Eski Bir Balerin kitabını örnek vererek bize cümlenin öğelerinin yerlerinin ne kadar önemli olduğunu anlatmıştı. Çünkü kitabın adı eğer Bir Eski Balerin olsaydı konumuz balerinin eskiliği olacaktı. Oysa kitabın orijinal ismi herhangi “bir” balerin olmaya işaret ediyor… Kelimelerin yerleri çok önemli, sadece dili doğru kullanmak için değil, neyi nasıl anlatmak istediğimizi de gösteriyor. Farklı tercihler bambaşka sonuçlar doğurur, seçtiğimiz kelimeler de bizim ifademizi, niyetimizi, sözümüzü dönüştürür…
Bir yazarın okurlarına/okuyucularına ulaşabilmesindeki yolculukta bir orkestra şefi gibidir yayın yönetmeni. Sizce nasıl bir dönüşüm geçirdi bu taraf?
Yayın yönetmeni yayınevlerine aslında hiçbir zaman çok kuvvetli bir etki yapmamıştır. Yayıncılık ticari bir faaliyet ve en erken zamanlardan itibaren Cağaloğlu’nun Ermeni ya da onlardan sonra gelen Türk yayıncılarında yayınevinin, eski tabirle kitabevinin sahibinin tercihleri ağır basmıştır. İyi kitaplar basıp iyi satabilen yayıncı aileler daha uzun soluklu varlık göstermişler, İnkılap gibi Remzi gibi… Arada güçlü yayın yönetmenleriyle çalışanlar olmuş, önemli edebiyatçılar yayınevleriyle çalışıp onlara güzel seriler hazırlamışlar ama hiçbirinin uzun soluklu olduğunu sanmıyorum. Şu sıralar 70. yaşını kutlayan Murathan Mungan, Remzi Kitabevi’ne “Çilek” serisini kaç yıl boyunca hazırladı acaba? Attilâ İlhan’ın Bilgi Yayınevi’ni yönetmesi edebiyat tarihimizde iz bırakmıştır ama onun da bugün dönüp baktığımızda öyle çok uzun bir işbirliği olmadığını görürüz. Günümüzde de çok farklı değil. İz bırakan yayın yönetmenleri yok yayıncılık dünyasında. Patronlar var, onlar da gerçekten entelektüel bir birikime sahiplerse kalıcı bir iz bırakıyorlar. Dönüşümün olduğu yer gazete yayın yönetmenliği bana kalırsa. Gazete yayın yönetmenleri bire bir etki eder, gazetenin ruhunu, yüzünü tamamen değiştirirdi. Erken dönem gazeteci patronların yerini zamanla güçlü yayın yönetmenleri almıştı. Bunların simgesi de Abdi İpekçi. Öldürülen başka yayın yönetmenleri de oldu ama terör ya da işin tehlikeleri değil de basının yok olması bu güçlü, etkili, dönüştürücü yayın yönetmenlerinin sonunu getirdi. Artık öyle büyük ekiplerin seferber olup çalıştığı büyük gazeteler ve büyük yayın yönetmenleri yok. Her şeyin atomize olduğu bir çağda karizmatik ve “büyük” olan her şey de dağılıp fragmente oluyor.
Kurgu dışı yayınlarda gözlediğiniz bir “dönüşüm haritası” çıkardığınızı düşünelim. Nasıl tariflerle bize bu durumu anlatırsınız?
Kurgu dışında dönüşüm çok hızlıdır. Gözle görülebilir bir değişim gösterir. Çünkü toplumsal değişimlerden, modalardan, gündemden hemen etkilenir, edebiyat gibi zamanla sonuç vermez. 1940’larda dil devrimini yeni yapmış, okuma yazmayı yeni alfabeyle öğrenen Türkiye’de Batı düşünce klasikleri en çok okunur, yayımlanırmış. Ardından Kemalist kadroların kitapları geliyor, mesela Suyu Arayan Adam-Şevket Süreyya Aydemir (Garip biçimde yıllar sonra yine moda oldu bu kitap). Ama mesela 1970’lere gelindiğinde artık sol literatür ağırlığını koyuyordu. Batı’nın sol aydınları kadar Marksizm’in bütün temel kitapları çevriliyor ve okunuyor, bunlara mesela Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi gibi sol literatürden gelen yerli çalışmalar eşlik ediyor. Aynı dönemde ve seksenlerde buna paralel bir İslami dünya var. Bu İslami literatür artarak sürse de 2000’lere geldiğimizde sol yayınlar tamamen yok oluyor. Mesela tarih bu dönemde moda oluyor. İnsanlar 1990’lardan sonra çok fazla tarih okumaya başlıyorlar. Türkiye’ye kişisel gelişim de 80’lerde serbest piyasayla birlikte geliyor. Onun da ilk büyük yayıncıları trajikomik biçimde solcular, ama çok tutuluyor. Mesela bugün, 2020’lerde “kişisel gelişim” kitaplarından söz etmek çok doğru değil. Çünkü insanlar serbest piyasanın ilk evresindeki iş hayatında tutunma ve başarılı olma hırsı yerine, hayatın bin bir güçlüğü içinde delirmemek, kendini iyi hissetmek için kitap okuyor. O nedenle günümüzde kişisel gelişim yerine “kendini iyi hisset” kitapları ilgi görüyor. Ve buna benzer biçimde “gündelik hayat” filozoflarının insana farklı bakış açıları veren kitapları da benzer sebeplerle çok okunuyor, çok yayımlanıyor. Ya da sağlık kitapları. Uzayan ömrün, artan hastalıkların, artan refahın bir sonucu herhalde bu da…
Yayıncılıkta olmazsa olmazlardan biri de çeviri metinler, çeviri alanında yaşanan “dönüşüm”ü nasıl tarif edersiniz ve nereye gider bu yolculuk sizce?
Radikal Kitap’ı yayımladığımız sıralarda kendisi de çok önemli bir çevirmen olan Celal Üster, Agatha Christie kitaplarındaki inanılmaz çeviri hatalarını, atlamaları, değiştirmeleri filan fark edip köşesinde yazmıştı ve kıyamet kopmuştu. Yayıncısı uzun yıllardır o kitapları o çevirilerle yayımlıyordu. Toplatmak zorunda kaldılar. 1960 ya da 70’lerde kitabın anlamını vermek yeterliydi. Çevirmenler bir tür adaptasyon yapar gibi çeviriyorlardı. Kitap kalın gelirse atmak, hatta inanamayacaksınız gerekirse ekleme yapmak gibi şeyler yayıncılık piyasasında olabilen şeylerdi. Ve çok önemli bir şey, bütün kitaplar Batı dillerinden en çok Fransızcadan çevrilirdi. Şimdi artık İngilizce çok öne geçti. Ve artık kaynak dillerden çeviri çok yapılıyor, Japonca, Çince, Norveççe kitapları kendi dillerinden çevrilerek okuyoruz çoğunlukla. Çünkü artık çeviride sadakat çok önemsenen bir şey. Çevirmenin işi daha da zorlaştı. Orijinal dilinden, orijinal metne sadık kalarak ama Türkçe tadını da koruyarak çevirmesini bekliyoruz. Bire bir çevirileri yapmak için ne de olsa artık çevirmene ihtiyacımız yok, yapay zekâ var. Çevirmenin metne katacağı incelik ise onu dilimizde okunabilir kılmak için bir ön koşul. Ama tabii bu yapay zekâ uygulamalarının çeviride üçüncü bir sayfa açacağını düşünüyorum. Şimdilik tahminim çok daha hızlı ve çok çeviri yapılabileceği yönünde. Eğer bir gün yapay zekâ mükemmelleşirse, yabancı yayıncılar için Türkiye’de kitap satmak da mümkün olabilir…