“Ölmekten müthiş bir şekilde korkuyordu çünkü henüz gerçek anlamda yaşamamıştı…”
Dönüşüm… Gregor Samsa’yla bakışıyoruz bu kelimeyi ezberimde tekrarlarken. Kitap kapağında çizilenden çok daha fazlası benim için. Gerçi sanırım Kafka’nın Samsa’sıyla tanışan herkes için böyledir. Kitabı okuyanlar için bir sabah böcek olma fikriyle uyanmak, Gregor’a günaydın demek hep biraz daha yakındır.
Sahi kitaplardaki önsözleri okur musunuz? Ya da dikkatinizi çeker mi? Kitap hakkında ön bilgi istiyorsak pekâlâ dikkat edebilir, okuyabiliriz. Peki ya sonsöz? Önsözden farkı yok mudur? Vardır elbette. Bir kere her kitabın sonunda olmaz. Açıklama niyeti taşımaz önsözler gibi. Sonsözler bir vedadır, bazen çokça kavuşmadır. Okurla kurulan sıcak bağın sonsuzluğuna mühür gibi bir imzadır. “Kitabı daha iyi anlamak için okumalıyım” gibi gönülsüz anlaşmalar yoktur sonsözlerde. Bu yüzden, kitapla gönül bağı kuran her okurun severek, vakit ayırarak, gerçekten isteyerek okuduğu bir kısımdır. Tıpkı benim Kafka’nın Dönüşüm’ü ile kurduğum bağ gibi. Kitap kapağıyla bakışırken, başka bir evrende Gregor Samsa’yla kurduğum bağı mühürleyen o sonsöz geldi yine aklıma. Kitabın çevirisini yapan Ahmet Cemal’in o cümlelerini açtım. Şimdi tekrar tekrar okurken, sizinle de paylaşıyorum. Cümlelerini bitirirken şöyle diyor Ahmet Cemal:
“Birey olmasını başaranlara düşman kesilen son toplumlar ve bu toplumların en güçlü temeli olan, çocuklarının hep iyiliğini, gerçekte ise sürekli köleliğini isteyen son aile yapıları yeryüzünden silinene değin, Kafka’nın Dönüşüm’ü geçerliliğini ve güncelliğini koruyacaktır.”
Bu satırları tekrar tekrar okurken Samsa’ya her sabah günaydın diyor olmak, benim için biraz daha anlam kazanıyor. Kendi kendime düşünüyorum: Acaba Dönüşüm’ü okumayan kaç insan hiç bilmeden Samsa’yla yıllardır dostluk kuruyor, onun hissettiklerini her gün içinde taşıyor? Kaçımız birer Samsa olarak bu evrende varlığımızı sürdürüyoruz? “Birey olmasını başaranlara düşman kesilen toplum… Çocuklarının hep iyiliğini, gerçekte ise sürekli köleliğini isteyen aile yapıları…Yeryüzünden silinene değin…” Yankılanıyor kulaklarımda bu cümleler. Hayat boyu Samsa’yla kesişen yollarımı, yollarımızı düşünüyorum. Samsa sanırım bizler için yaşadığımız toplumda insanının yaşadığı psikolojik, sosyal ve toplumsal dönüşümleri temsil ediyor. Mekanikleştiğimiz ve içinde yaşadığımız hayata yabancılaştığımız şu dönemde, Samsa’ya dönüştüğümüzü hissettiğimiz günler pek de az sayılmaz.
Samsa’yla henüz tanışmamış olanlar için kısaca bahsetmek istiyorum. Belki o zaman kendisiyle daha rahat empati kuracaksınızdır. Samsa, ailesine maddi destek sağlamak için çalışan genç bir pazarlamacı; sessiz, sorumluluk sahibi ama oldukça yalnız biri. Hayatını ailesine adarken kendi isteklerini geri plana atmaya çoktan alışmış. Ama bir sabah uyandığında alıştığı, sığındığı bu hayat tepetaklak olunca her şey değişiyor. Diğer günlerden farklı bir biçimde, bir böcek olarak gözlerini açtığında artık ailesi, en çok da kendisi için bambaşka bir hayat onu beklemektedir. İnsan olarak sürdürdüğü hayatında, kendine ait olmayan bir yaşamın altında nefes almaya çalışırken hayat onu bir anda kalıplarının dışına çıkıp yaşamaya zorluyor. Kendisi her ne kadar istemediği bir hayatı yaşıyor olsa da sırf güvenli alanı olduğu için tutunduklarını bırakamıyor. Yaşam da kendini gerçekleştirmeye cesareti olmayan her insana yaptığı gibi, Samsa’yı da hiç bilmediği bir dünyanın içine sürüklüyor.
Kaçımız hayatımızın yönünü tamamen değiştirmeye, alışkanlıklarımızın dışına çıkmaya, düzenimizi altüst etmeye cesaret edebiliyoruz? Cevabını içinizden verdiğinize eminim. Samsa gibi kurulu düzenimizi devam ettirmeye, güvencemizi kaybetmemek üzere çabalıyoruz. En büyük korkumuz da aslında bir sabah gerçeklerimizle yüzleşmek. Başkalarının bize biçtiği hayatı yaşamak, “Ben gerçekte kimim?” sorunun altında ezilmekten daha kolay geliyor sanırım. Önümüzü göremediğimiz bir yola çıkmak, korkuları, endişeleri, yenilgiyi cebimize koyup yürümeyi gerektiriyor çünkü. Oysa hiç ait ve mutlu hissetmediğimiz hayatlarımızı yaşarken, her gün yenilmiyor, mutsuzluklarımızı içimizde bastırmıyor muyuz? Bunlar tamamen manevi boyutta yaşadığımız hisler. Sorumluluklarımız var bir de tabii. Maddi anlamda yaşamda kalmak, para kazanmak, kendimize; hatta bazılarımız için sevdiklerimize bakmak… Belki maddi anlamda sorumluluklarımız bu kadar fazla olmasaydı, hayatımızı farklı bir yöne çevirmeye cesaretimiz olabilirdi. Kendimiz için adım atmak isterken, çevremiz ve sevdiklerimiz etkilenmeyecek olsa her şey belki biraz daha kolay olabilirdi.
Yine de tüm bunları düşünürken şu kanıya varıyorum: Samsa da hem maddi hem de manevi olarak kendini gerçekleştirememenin altında ezilmemiş miydi? Ailesine bakmak, kendi için değil de başkaları için yaşamak, mutsuz olsa da devam etmek zorundaydı. Ya da zorunda olduğunu düşünüyordu. Samsa bir sabah tüm sorumluluklarına rağmen böcek olarak uyandığında, artık istese de o zorunluluklarıyla yaşamaya devam edemeyecekti. Ailesi için çalışamayacak, patronun hakaretlerine boyun eğemeyecek, alıştığı hayatın altına sığınamayacaktı. Tüm bunların bir anda elinden alınması, onu istemediği halde bilinmez bir yola çıkmaya zorlamıştı. Kendini keşfetmek zorunda bırakılmış bir böcekti artık. Hayatın onu bu sefer kendisi için yaşamaya zorladığını anlamıştı.
Yaşam, sorumluluklarımızın yanında bizden en çok da kendimizi gerçekleştirmemizi bekliyor sanırım. Ne olursa olsun, günün sonunda o yola çıkabilmek, kendine inanmak ve bazen korkularımızla dost olabilmek, belki de hikâyenin özünde bir böcek olmayı kabul etmek bize kendimizle tanışma fırsatını sunuyor. Kim demişti anımsayamıyorum şimdi ama kendi kendime sayıklıyorum yine: “Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmadığını?”