Her ayın ilk cumartesi gecesini hasretle bekleyen dört kadın. Aynı barda, aynı yuvarlak masanın etrafında. “Kırmızı rujlu kadınlar” diye isim taktı içlerinden birisi gruba. Karabasan gibi çöken geleneklere inat, direnenler. Koyu koyu rimeller çekmişler gözlerine. Makûs talihlerinin farkındalar. Kız kardeşlerinin cinayetlerle akan kanı dolaşıyor damarlarında her birinin.
Kıvırcık saçlı, esmer güzeli olan uzun boyunlu bombeli kristal kadehini sağa sola oynatıp içindeki kırmızı iksirin hareketlerini izliyor. Bulunduğu kabın şeklini almış salınıp duruyor şarap. Kadın bir zamanlar sert, kütür kütür olan üzümleri düşünüyor. Doğanın kucağında, asmaların ucunda özgürken başkalarının hayalleri uğruna ayaklar altında ezilen sarı üzümleri, siyah üzümleri, pembe üzümleri. “Hey, kendine gel,” diyor kızlardan biri. “Seyredip durma, sen dönüp bize bak, ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız, unutma.”
Bir tek esmer güzelinin parmaklarının arasında ince bir sigara var. Uzun uzun çekiyor içine. Arada sırada içtiğini bilen diğerleri ona özeniyorlar. “Nasıl tiryaki olmuyorsun?” diyor içlerinden birisi. Kendisi uzun çabalardan sonra bırakabilmiş de. Aslında iyi tanıyorlar arkadaşlarını ama yine de sormaktan vazgeçmiyorlar. Her şeyin aşırısından ve tekrarından nasıl da sıkıldığını bir daha anlatıyor onlara. Doyasıya yemek, aynı ritüeller, aynı insanlar… Kahkahayla gülüyor diğer üç kadın ona.
Sarışın olanı, “Hadi canım, kendini kandırıyorsun. Yıllardır bu masada, bu dört kadınla buluşan sen mi söylüyorsun bunları?”
“Doğru, haklısın,” deyip buruk buruk gülümsüyor. Yapmak istediklerini bir türlü gerçeğe dönüştüremeyen insanlardan olduğunu biliyor. Ölü toprağı serpilmiş üstüne, derler ya. Üzerine çöken bu kasabadan gidemeyen, bağlarını kesip atamayan… Yola çıkar çıkmaz ardında bıraktıklarını özleyen, pişman olup dönen…
İçlerinden birisi onun hafifçe kabarmış dudağına dokunuyor. Kaba bir elin hoyratlığını şefkatiyle silmeye çalışıyor ama o irkilip geri çekiliyor, belli ki canı acıyor. Bulundukları barın camları titriyor, duvarları dalgalanıyor. Küfürler uçuşuyor havada. Kulaklarını tıkıyor. Televizyon kumandasının duvarda parçalanışını izliyor. “Şişşt, rahat ol. Biz yanındayız,” diyor arkadaşları, sarıp sarmalıyorlar onu. Evinin dört duvarı arasında kımıl kımıl bir sürüngene dönüştüğünü, bir delik bulup saklandığını anlatmıyor onlara. Her seferinde olduğu gibi onu terk edeceğine dair yeminler edip sözler veriyor kendine.
Arkadaşlarının huzurlu yüzlerine bakıyor tek tek. Onların arasında aşkı kutsayan sadece kendisi. Gardiyanına aşık olan kadın. Neler yaşadığını biliyorlar ama dışlamıyorlar onu, öyle kabul ediyorlar. İçlerinden, biz demiştik, deseler de artık bunu dile getirmiyorlar. Yapma, acele karar verme, kaba bir adam o, senin değerini bilmiyor, bu aşk ateşi sönecek zamanla, bekle biraz… O zaman dinlememişti yine dinlemeyeceğinden korkuyorlar. Ne zamana kadar sürecek bu, diye düşünüp zaman biçmeye çalışıyorlar. Hiçbir şeye tiryaki olamadığını söylediğini hatırlayınca biraz rahatlıyorlar. “Bırakacak eninde sonunda,” diye avutuyorlar kendilerini.
İçlerinden birisi kadehini kaldırıyor. Voltran olup, güç ben de, demeye hazırlanıyorlar belli ki. Kılıçlarını çekmiş, kırmızı rujlu kadınlar onlar. Kadehler boşalınca, bir şişe daha söyleyelim, diye garsona el ediyorlar. Onun ise kulağında kalk borusu çalıyor. Sandalyesinde iğneler batmaya başlıyor tenine. Ayağındaki kelepçe sıkıyor bileğini. Kıpırdanmaya başladığını fark ediyor arkadaşları.
“Eve dönsem iyi olur,” deyip telaşla ayağa kalkarken kadehi devriliyor. Şarabın kırmızısı masaya yayılıyor.
Seni istiyorum ve biliyorum ki
gönlümce kucaklayamayacağını
sen, aydınlık ve el değmemiş gökyüzüsün
ben, bu kafesin köşesinde bir kuşum, tutsağım. FÜRUĞ FERRUHZAD