İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Uzaktan gelen klarnetin sesine kulak kabarttı.
Alabildiğine sessizdi ortalık. Suyun uyuşuk şıkırtısı, güneşle cilveleşmesi, arada duyulan martı sesleri dışında, içinde bulundukları evren kendi kusursuz âleminde öylesine salınıyordu.

O klarnet sesi yüreğin ağlamasıydı. Gözyaşı gibi akıyordu her bir nağme. Özlem, esriklik, mahcubiyet, yaşanmış onca güzel anı, sonra gelen ayrılıklar, kopuşlar ve kızgınlıklar… Bunların hepsi bir olup güzel şeyleri sürüklemiş, kıstırmış gibiydi daracık bir koya.

Klarnet, onca yükün üzerinden onlarca kilidi açıyormuşçasına ferahlatıyordu içini ama acı yine acıydı durduğu yerde.

Tanımıştı, ondan başkası olamazdı. O Kurban’ın üflemesiydi basbayağı. Kâh delice isyankâr, kâh yalvaran, bolca da gönül almaya teşne.

“Kurban bu; yanılmam,” dedi. Dalga geçtiler. Ne işi vardı Kurban’ın buralarda? O taa uzaklara gitmişti. Öyle söylemişlerdi, çalıştığı yere uğrayıp sorduklarında.

Merakıyla baş edemeyip sonunda, ıskarmozu kopuk mülteci botuna atlatıp tek kürekle kıyıya çıktı.

Geri döndüğünde ağzı kulaklarına varmıştı. “Kurban’mış sahiden. Büyüksün sen Esma,” dedi. “Nasıl da bildin?”

“Esma Anne” derdi Kurban ona. Ali’ye de Ali Baba.

Tekneden bota atladıklarını ta oralardan görür, lekeli önlüğünü bile çıkarmadan eline klarnetini alır, tahta iskeleye yürürken bir yandan da yanaklarını şişire şişire çalar da çalardı.

Neşe, kahkaha, cümbüştü çalgıdan dökülen. Kurban’ın kapkara yüzünden ak pak martılar, güvercinler, albatroslar uçardı gökyüzüne.

Eğer ocakta ateşin başındaysa kan ter içinde, gelemiyorsa iskeleye, ta oradan, kapısı olmayan mutfaktan bağırırdı: “Geliyor yerin de, göğün de kraliçesi Esma Anne!” diye koca sesiyle Kurban. Utancından iskele tahtalarının aralıkları açılır açılır, içine kaçacak gibi olurdu bacakları kadının…

Dudaklarını işaret parmağıyla bastırıp “suuuusss” yapsa da, takar mıydı Taşlıca’nın deli klarnetçisi çocuk…

Gel zaman, git zaman Kurban o billur kıyıda olurdu hep; onlar da kentin tozunu geride bırakıp denize salındıklarında, bilirlerdi Kurban’ın onları beklediğini.

Kurban’ın en büyük arzusu, minnoşundan doğan yavru kediler gibi kendisinin de bir yavrusunun olmasıydı.

“Olacak,” derdi, gür saçlı kara kafasını havaya kaldırıp uzaklara daldırırken gözlerini. Bir eda, bir kurum yerleşirdi gizliden çehresine. O da deli klarnetine azamet olurdu.

Kurban gel zaman, git zaman salataları daha bir zeytinyağına bular oldu. Yeşil yapraklar, rokalar, maydanozlar ve semizotları, zeytinyağı gölünde yüzer olmuşlardı.

Güzelim güveçleri kalık çömlek kokusundan neredeyse yenmez hâle gelmişti. Sigara börekleri; lor peyniri, maydanoz, karabiber karışımından oluşan içleriyle patiskaya sarılmış gibiydi. Yemek için ciddi bir maharet, sağlam bir mide asidi gerektirirdi.

Gece sıcağında rakı kokuları havayı sarstığında, sesi olmadık naralarla yükselirdi. Ne dediği pek bilinmezdi ama bir kafa tutma gibiydi geceyi yırtan sesler.

Sonra bir sabah uyanınca, sırtında beyaz bir bohçayla Cennet Sultan takasına bindi gitti Kurban.

Koy, Kurban’ın klarnetsizliğinden, sonra ıssızlığından, ışıksızlığından vazgeçti. Görgüsüz, aç gözlü villalarla, kapkaççı işi derme çatma barınakların kimliksiz kıyı kasabasına döndü.

Esma Anne de, Ali Baba da küstü oralara. Bir daha gitmez oldular.

Anlaşılana göre Kurban’ın yola çıkıp gelmeye niyetlenen bebesi de küsüp vazgeçmişti dünyaya gelmekten.

Minnoşun yavrularını kocaman kara etli tombul avuçlarına alıp kendi bebesiyle konuşmayı kesmedi Kurban. Ardından denizci hayranlarınca izlendiğini bilerek, dik saçlı başını gökyüzüne kaldırıp kara kara parlayan gözleriyle ta yıldızlardan da ötelere bakar,
“Olacak biliyorum. Benim de yavrum koşa koşa gelecek, baba baba diye bacaklarıma sarılacak. Bekliyorum,” derdi.

Süngerci Kazım, dünya meselelerine ara verdiği sohbetlerinde, “Babasız büyüdü bu oğlan. Baba özlemi büyük, ondan evlat diye diye kedi yavrularına sardı iyice,” diye anlatırdı.

Kurban’ın ışıl ışıl altın sarısı parıldayan klarnetini Ali Baba’nın denizci arkadaşları ortaklaşa hediye almışlardı yetenekli aşçıya. Bir gelişlerinde sürpriz yapıp vermişlerdi, pırıl pırıl siyah deriden sandukasının içinde.

Atina’daki düğününe uçak kaldıran, yedi gün, yedi gece eğlence vadeden davetiyede belediye nikâhını da atlamayarak beyaz giysi şartı koşan Erkan da baş katılımcıydı klarnetin bedeline.

Dünya jet sosyetesini kıskandıracak, dillere destan düğün bitip her bir uzvu dökümhanede yapılmış influencer Sudesu ise tam dört aylık hamileydi, özel uçakla döndüklerinde.

Kurban, kaçıp sığındığı bükün restoranında bu kez de Erkan Abisi’nin bebeği için içli içli döktürüyordu nağmelerini. Nasıl döktürmesindi ki; tapındığı klarnetine en büyük parayı bastırıp pay sahibi olanlardan birisi Erkan Abisi’ydi.

Erkan Abi ve beyazlar giyinerek yedi gün yedi gece Atina eğlencesindeki eş-dost, hısım akraba da sevinçten deliye dönmüşlerdi adeta.

Şimdi sosyal medya yeniden patlayacak, influencer “anne”, gözleri acıtacak kadar birbirinden eşsiz haberler ve görsellerle donatacaktı sanal dedikodu mahfillerini.

Kurban, klarnetini ertesi gecelerde yeniden üflemeye başladı. Yine siyah mutfak önlüğü üzerinde, yine kirden ve ayakta durmaktan kararmış tırnaklı ayakları, terden kayganlaşmış, tutarı olmayan Gezer marka plastik terliklerin içindeyken, ışıl ışıl müzik aletini bir kez daha gökyüzüne kaldırdı. Dolunay arsız arsız sırıtıyordu. Klarnet de ona haddini bildiriyordu. İsyan yeri göğü sarmıştı. Nasıl sarmasındı ki?

İranlı üzüm gözlü kızın ahını haykırıyordu şimdi de.

Bu bebe de Erkan’dandı. Londra’da iki yılı aşkın birlikte, hayatı paylaşmışlar; sonunda habersiz-tebersiz aralarına katılma kararı alan yavruya da önce şaşırmışlar, sonra da sevinmişlerdi. Ama gizliydi ya, söylenmezdi öyle hop diye…

İranlı hamile üzüm gözlü dilber önce düğünü görmüştü, buram buram dalga dalga yayılan sosyal medya sitelerinde. Sonra da dört aylık bebeğin haberini… Kendinin de, karnındaki bebesinin de yürecikleri hop etmişti.

Beyazlar giyinmiş düğün konuklarına, birkaç esrik kafanın kaçamak kulaktan kulağa oyunu olsa da, bu bebe asıl Kurban’ın yola çıkmış bebesine çelme takmıştı.

Bebe “A’maaaan beee, siz de!..” deyip bavullarını gerisin geri boşaltıyordu köşesinde.

Yıldızının bir köşesine sığındı, yumuşacık buluttan yastığına başını koyup aşağıdaki temaşaya, iki yüzlülüğe, aç gözlülüğe baka baka deriiin uykusuna daldı.

Babası ona ninnisinin en güzellerini gönderiyordu.