Her yer zifiri karanlıktı. Hiçbir şey gözükmüyordu. Her yer, iç içe geçmiş karanlıkların birbirine yaslandığı, zamanın dilsizleştiği bir boşluktu. Görünmeyenle görünen arasında sarkmış, ucu olmayan bir gölgelikteydim sanki. Bir iğne deliğinden sızacak kadar bile ışık yoktu. Kıpırtısız bir daralma hâliyle kuşatılmıştım. Ne elim özgürdü ne ayağım. Her hareketim, bilinmez bir yumuşaklığa çarpıp geri dönüyor, ben o çarpışmada kendimi bir kez daha unutuyordum. Kaç zamandır buradaydım, bilmiyorum. Sanki zaman da buraya gelmeden önce ayakkabılarını çıkarmış, sessizliğe gömülüp beni terk etmişti.
Bedenim, ne olduğunu bilmediğim, adını kimsenin koymadığı bir cismin içine zincirlenmişti. Dışarıdan yankılanan, suyun içinden geçip gelen seslerle günleri sayıyordum. Çıkış için beklemeliydim. Suyun içinde, daracık bir geçitte olgunlaşmam gerekiyordu. Böyle buyurmuşlardı. Ve ben de söyleneni yerine getirmenin derin sessizliğiyle, içimdeki bilinmezliğe yavaşça yaslanıyordum.
Ben kimdim? Bir sayı mıydım sadece, yoksa kimsenin görmediği bir aktris miydim? İçime gömülmüşken bir ses yankılandı: annemdi, ama henüz tanımadığım annem. Sonra babamın sesi… Bu iki ses, içimde henüz anlamını çözemediğim bir hikâyenin başlığı gibi çoğalmaya başladı.
“Aaa, oynadı. Koş Ali, koş, oynuyor… Bak, hemen şurası, bu tarafa dokundu.”
“Neresi Zeynep?”
“Şu tarafa vuruyor… Getir elini. Bak burası, bekle biraz, şimdi vurur, bekle. Ayyy, şimdi buradan vurdu! Bu taraf, elini buraya getir Ali, tam burası. Okşa biraz, hemen oynayacak yine.”
“Ah, inanılmaz bir şey bu, nasıl da oynuyor…”
“Nar’ım, kara gözlüm, babasının şekerparesi, beni duyuyor musun?”
“İçimde dans ediyor babası, çok hareketli.”
“Nar, beni duyuyor musun babacığım? Hadi, duyduğunu göster bakalım, elimi koyduğum yere vur babacığım. Dokun elime! Ah, meleğim nasıl da babasını hissedip dokunuyor. Bu şahane bir duygu. Aramıza katıldığında baban oyunlar oynayacak, dans edecek, kitap okuyacak. Ne isterse yapacağız birlikte…”
O sesleri duydum. Ellerinin bedenime dokunduğunu hissettim. Onlar için bir oyun, benim içinse iç sesimin bölünmesiydi bu yaşananlar. İçimde dans eden bir şey vardı, kim bilir, belki de dışımdan gelen bu seslere karşılık veriyordu. Ama ben yalnızca düşünmek istiyordum. Hayalimde kurduğum sessiz bahçeye kaçmak, orada bir nar ağacının gölgesinde durmak istiyordum. Sözleri kesik kesik, rüyaların arasına serpiştirilmiş taşlar gibiydi. Düşlerimden biri kayıyor, bir diğeri yerine geçiyordu. Bilmediğim, görmediğim, henüz keşfetmediğim bir dünya için bir kimlik kuruyordum kendime. Susuz bir dünyada nasıl nefes alacağımı düşünüyordum. Kafamda, yanıtını bilmediğim bir sorunun ağırlığını bedenimde hissediyordum.
Zamanın kıvrımlarında kendime bir ben kuruyordum. Henüz görmediğim bir dünyaya doğru kendimi örüyordum, tıpkı annemin yavaş yavaş ördüğü o battaniye gibi. Kimlik denen şeyi bu seslerin yankısıyla, annemin anlattıklarıyla, babamın düşleriyle örüyordum. Ve evet, ben daha Nar’dım. Yani içimde çekirdeğiyle bir hikâyeyi taşıyan, henüz açmamış bir çiçek.
Ama bazen bu sesler fazla geliyordu. Kendimle kalmak istiyor, o sımsıkı yerde bile biraz yalnızlık diliyordum. Çünkü yalnızlık, düşünmenin ilk sesidir. Onların bana söylediklerini anlamaya çalışırken, bir yandan da kendi içimde bir başka anlamın ayak seslerini duyuyordum.
Ailem benimle konuşmayı çok seviyor. Belki biraz da fazlasıyla… Öyle ki bazen kendi iç sesime bile yer kalmıyor bu kalabalıkta. Oysa insan bazen yalnızca susmak ister; bir kuşun dalda durduğu gibi durmak, suyun taşta oluşturduğu çukuru düşünmek ister. Ben de istiyorum. Onlardan gelen her söz, içime bir çınlama gibi düşüyor; ama ben, o sesin yankısını değil, sessizliğin kendisini arzuluyorum. Onlardan öğrendiklerimi düşünüyor ama daha çok düşündüklerimi onlara anlatmadan önce kendimde büyütmek istiyorum. Çünkü sorgulanmayan bir hayat, rüzgârda savrulan kuru bir saman gibidir. Ne bir iz bırakır ne de bir yankı. Belki de bu yüzden, onların yanına varmadan önce hayatın anlamını bulmak istiyorum. Ya çıkmak istemezsem zamanı geldiğinde? Burada rahatım. Sessizlik burada bir çiçek gibi açıyor, düşünce burada kök salıyor. Dışarısı ise… kim bilir? Ya çok konuşurlarsa ya düşünmenin o ince sızıntısını bastırırlarsa? Zamanı geldiğinde söyleyeceğim onlara: “Ben, düşünmeyi seviyorum. Durmayı, susmayı, bakmayı… Lütfen beni böyle anlayın.”
Annemin gür sesiyle aniden irkildiğim bir zamansızlığın içine uyandım. Beni sevgiyle okşuyordu ama ben yalnızca sessizliği istiyordum. Beni uykuya çağıran, zamanın dışına sızan o büyük sessizliği. Onun oyununa katılmadığımda, içim biraz daha derinleşiyordu.
Bir gün yine annemin yüksek sesiyle öyle bir irkildim ki, o ürkmeyle anneme nasıl tekme attığımı bilmiyorum. Sanırım koltuktan sıçramıştır.
Ne ses ama! Kulağım sağır olacaktı. Acayip bir ses. Ben hareket ettikçe sesler daha da çoğalıyordu. Annemin eli, bedenimin etrafında dolanarak okşuyor, gülerek çeşitli hareketler yapıyordu. Onun için bu oyun gibiydi. Ama ben sadece sessizlik istiyordum. Uyumak istiyordum. Bir süre hareket etmemeye, ses çıkarmamaya çalıştım. Zaten sesimi duyamazdı. Yedi kat alttaydım. Kendi sesimi sadece ben duyuyordum. Belki o benim ne hissettiğimi hissediyor olabilirdi, belki de bu nedenle bir anda sustu, bilmiyorum tabii, kim bilir…
Zaman ilerledikçe, dünyaya dair işaretler de artıyordu. Babam işten dönmüş, anneme sarılmıştı. Ben o sarılmayı içeriden duymuştum. Güvenin ve sevginin, bilinmez iki dünyayı birbirine yaklaştıran sahiciliğiyle sarılmıştı ikimize de. Annem hayaller kuruyordu benim için. “Yazar olacak,” diyordu babama. Oysa ben daha kendi harflerimi bile bilmiyordum. Kendi hikâyemi seçememiştim. Ama itaat etmeyi öğrenmiştim; sevgiyle örülmüş bir itaat. Bana yemek gönderen, meyve yollayan annemdi sonuçta. Fazla yüksek sesle de konuşmasa daha güzel olurdu.
Kitap okuyordu annem. Kimi zaman şiirler, kimi zaman romanlar. Bazen öyle cümleler okurdu ki, içimdeki boşluğun tam ortasına değiverirdi. Felsefe kitapları da vardı; karınca sürüsü gibi sorular taşıyan. “Sofi, sen kimsin?” dediği gün bir şey oldu içimde. Kendi varlığıma bakan bir ayna kırıldı. Nar olduğumu anladım, ama daha ötesini bilmiyordum. Gerçekte kimdim? Ne idim? Annem neden bu kadar yoğun metinler okuyup günlerce düşünmeme ve sorgulamama neden oluyor, anlamıyordum. Bebek olmaya çalışırken birey kimliği üzerime giydirildi, bense iyi bir aktris gibi oynamaya çalışıyorum. Aslında düşünsel olarak zorlanmam hoşuma da gidiyor bir yandan. Kendi varlık sürecimi inşa ediyorum.
Düşünmeyi seviyordum. Oyun gibi başlayan düşünceler, sonra ağaca dönüşüyor, meyve veriyordu. Annem bilmese de ben onun okuduklarında kendimi buluyordum. Belki de babamı geçer, onun ardında kalan cümleleri ben tamamlarım bir gün. Anne, ne dersin? Ay, o şu an beni duymuyordu değil mi? Ama beni hissediyor. Daha da hissetsin diye ona bir tekme atsam mı?
“Gümmm!”
“Ahh, Nar’ım, güzelim! Sen annenin kitap okumasını sevdin mi? Hoşuna mı gitti? Devam edeyim mi? Beğendin mi?”
“Demiştim, anneler her zaman hisseder!”
“Okuduğum kitabı beğendin mi bebeğim? Yazar mı olacaksın sen de baban gibi, Nar’ım?”
“Anlamadım… Yazar mı olmam gerekiyor anne?”
Annem benimle konuşmasını keserek babama seslendi:
“Ali, kaç gündür kasıklarım çok ağrıyor. Nar’ımızın gelmesine beş gün var ama belli olmaz, belki sıkılıp hemen gelmek isteyebilir. Bu nedenle işten daha erken izin alırsan iyi olur canım.”
“Tamam Zeynepçiğim, yarın müdürle konuşup izin işlemlerini başlatacağım, merak etme.”
Gün geldi. Annem doğuma hazırlanıyordu. Kendisinin kaygısını hissettim. Kalbi bir makine gibi atıyordu. Benim kalbim de onunkiyle yarışıyordu. Aynı bedende iki ayrı müzik, iki ayrı ritim… Onun ritmi beni susturuyor, benimki içimde şarkılar kuruyordu.
Yine karanlık. Hep karanlık. Ama bir şeyler değişiyor. Bir ses var. Hastane… Son sesler… Babamın “Nar” dediğini duydum. İçimde bir şey kıpırdadı. Adımı duyduğumda, sanki o anda doğmuşum gibi oldu. Doğumun kendisi başlamadan, sesim doğmuştu dünyaya. Annemin kalbi hızlı atıyor. Benimki de. Bir ritim tutturmuşuz birlikte. İki ayrı kalp, aynı sessizlikte. Annemin çığlıklarıyla birlikte sanki ben de varlığıma bir haykırış ekledim.
Aylardır annemin ördüğü bu tapınakta ben miydim konuşan? Ben aynı zamanda dinleyen değil miydim? Annemin enginliğinde sessiz bir ritim değil miydim? Annemin zincirleriyle, soluk alıp onun bedeninde hayatı arayan ben değil miydim? Dünyaya uzak kalmadan nasıl görebilirdim sizi? Kişi uzaklaşmadan nasıl gerçekten yakın olabilir? Annemin ve babamın düş fısıltılarından başka hiçbir ses duymadım. Şimdi ise birkaç dakika sonra, hayatın bilmediğim seslerinin içinde yankılanacağım. Annemin karnında düş tohumlarımı biriktirdim, düşler benim ilkbaharım, yeni hayatımın kapısı. Şimdi yeni bir mevsime doğuyorum…
Bir şey olacak. Birkaç dakika sonra. Belki bir ışık. Belki bir haykırış. Belki bir kesilme. Ben doğacağım. Öyle diyorlar, doğacağım. Ama ben zaten buradayım. Doğmak başka bir şey mi? Bir yere gitmek mi yoksa? Yalnızca kendim olmamak mı yoksa?
Sonra… ışık.
Doktorun sesi yankılandı: “İşte Nar kızımız geldi…”
Ve babam, gözlerinde tuzlu bir deniz taşıyarak eğildi, elimi tuttu:
“Hoş geldin, Nar, kızım.”
Annem acı ve sevinçten ağlıyordu. Annemin göğsüne yatırıldım. Orası sessizdi. Orası rahimdi ama karanlık değildi. Çok rahattım, dokuz aydır bulunduğum yer gibi dar ve sıkışık değildi. Rahat rahat elimi kolumu esnettim, kendimi yorgun hissediyordum. İçimde bir uyku başladı yeniden. Uyumak istiyordum ama bir ses:
“Nar kızımızı tartalım bakalım, kaç kilo?”
O an dayanamadım. Hemen atladım:
“Hemşire Hanım, Hemşire Hanım, tartar mısınız acaba? Düşüncelerim kaç kilo?”
Sesimi yalnızca babam duydu, gülümsedi:
“Canım Nar, tartıya vurma bilinmez hazineni, bilgimizin derinliklerini sırıkla veya iskandil salvosuyla ölçmeye çalışma. Çünkü benlik, sınırsız ve ölçüye gelmez bir denizdir.”
Çünkü içimde taşınan şeyin adı artık bendim.
Ve ben, bir mevsimin eşiğinde açan Nar’dım.