İstanbulda doğdu. Edebiyat ile yolu sekiz yaşında insan hakları üzerine yazdığı şiirlerle kesişti. Kamu kurumunda sosyolog olarak görev yapan Akdağ, toplumsal cinsiyet eşitliği alanında çalışmalar yürütmektedir. Yazdığı öyküler Varlık, Şahsiyet, Son gemi gibi dergilerde yayınlanmıştır. Mor Kalem Kadın Öyküleri kitabının editörlüğünü yürüttü.

Salıncağın demirlerini kavramış, yavaşça sallanıyordu. Kimselerin olmayışını fırsat bildi; yoksa illaki birileri “Koca kızsın, utanmıyor musun boyundan posundan?” diyerek durduk yere ortamı gerecek, o da dayanamayıp küfürleri ardı ardına dizecekti. Bir tek parkın güvenliğine karşı koyamadığından bırakıyordu salıncağı. Güvenlik değil de düdüktü esas korktuğu. Sesi duyduğu an kendine gizlenecek yer arıyor, yüreği ağzına geliyordu. Ayaklarını öne doğru uzatıp, yere paralel hâlde kafasını iyice geriye itti. O esnada koskoca gökyüzü küçüldü de iki gözüne doldu sanki. Solgun ve aksi yüzü şimdi daha parlak, daha uysaldı artık. Uyusa yeriydi. Park, üstüne zimmetlenmiş bir konaktı da saatlerce her bir köşesine rahatlıkla yayılıp keyif yapabilir, ağız dolusu küfredebilir, tükürebilirdi.
Serin rüzgâr, yakasının kıvrımlarından göğsüne değin her yerini usulca titretirken telefonun ekranı yanıp söndü.
“Of, çalma be sen de sabah sabah. Alo, ne var? Yoldayım, gidiyorum. Hoca hanımı niye arıyorsun ya? Beni takip etme demedim mi sana kaç defa? Çocuk değilim ben! Yeterin artık, düş yakamdan. Kocana da böylesin işte! Bok, ümüğünü sıkıyorsun adamın! Tabii öyle, gidip başkalarının koynuna sığınıyor senin dırdırın yüzünden sırf. Kadın dediğin böyle olmaz, evinle ilgilen. Düş yakamdan! N’aparsın, söyle n’aparsın? Onlar serseri değil benim arkadaşlarım! Evet, doğru, uzun olanı sevgilim. Seviyor beni, n’olmuş? Hayır, bir şey kokladığı yok! Bok kokluyor, anladın mı? Git söyle, ister babama, ister karakola. Selam da söyle. Sıktın adamı, boğdun resmen. Bırak beni! Gitmeyeceğim hoca hanıma! Kuaför olacağım ya! Çalışıp para kazanacağım. He, tabii, her çalışan fahişe. Bok! Sensin o kötü kadın! Uzatma! Çocuklara da vurma! Akşama kadar ağlatıyorsun zaten. Ya tabii tabii, tek derdin kolu komşuyla muhabbet! Akşam ne yicez düşündüğün yok! He, bok yicez! Kes hadi, kapat şunu!”
Sesini kıstı telefonun. Öfkeyle çantasını attı.
“Delisiniz lan, topunuzun…”
Hızla kalktı salıncaktan. Kuş sürüsü, tepesinde zigzaglar çizerek dönüyor, uçmuyor da sanki maviliğin içinde ritim tutuyordu. Bez kol çantasını başının altına koyup banka uzandı. Hava gittikçe ısınmış, parkın yakınındaki durağa insanlar yığılmıştı. Ne garipti bunca hareket. “Bugün hiçbir şey yapmama günü olsa,” dedi kendi kendine. Herkes evinde otursa, babalar işe gitmese… Ama gitmese olmaz; yoksa televizyon karşısında kıçlarını havaya dikip hizmet bekler, tumturaklı küfürleri dillerinden eksik etmezler. Annelerin de sesi üfürük gibi dolanır evin içinde sonra; ellerinde terlikle vuramadıklarının hıncını çocuklarından alırlar. Üstelik sohbete de gidemezler, tesbih çekip kurşun dökemezler; çöphaneye döner evler.
Kapkara bir kedi, gözlerindeki ışığı yaya yaya bankın üstüne çıktı, Ayça’nın dizlerine oturdu. Kara kedi şeytandır diye küçükken korkutmuşlardı. “Gördüğün yerde saçını çek.” Başörtüsünün altında topuzunu bozamazdı ya.
“Pisst, görmedim say seni, kaybol, uğursuz! Hepiniz uğursuzsunuz işte, içinize şeytan kaçmış!”
Hızla kalktı yerinden. Ekranı aydınlanan telefonu avuçları arasında sıktı hiddetle.
“Aramasana be kadın!”
Salıncağa bir tekme savurdu. Tekme atmak saldırganlık değil bir kere; canım ister kırarım, canım ister sallanırım, sağlam yapsalardı, tuttum mu elimde kalıyor. Yüzü öylesine öne eğikti ki, sanırsınız kaplumbağa misali kamburunu top yapmış da sırtında taşıyor, hatta sıkışınca başını içine saklıyor. Bir keresinde eve geç geldiği için babası diklenmiş, diklenmekle kalmamış, beş parmağını yanağının ortasına indirecekken o da hızla kafasını içine kaçırmış, babası vuramayınca öfkeden deliye dönmüş, deliye dönmekle kalmamış, tüm mahalleyi ayağa kaldırmıştı.
“Yeterin siz de!” diye bağırmıştı birkaç kişi.
“Ne biçim insanlarsınız, her gece kavga!”
İşte o esnada Ayça da başını sakladığı yerden çıkararak,
“Ne biçim insanlarız biz kız, ne biçim insanlarız, he… bok,” diye kıs kıs gülmüş, güle güle annesinin yanağından bir de makas alıp odasına çekilmişti.
Kauçuk ağacının etrafında yemlenen yüzlerce kuşun arasına girdi. Kollarını iki yana uzatıp ileri geri salladı. Saçlarını açsaydı, onlar da kıvrım kıvrım uçuşurlardı eminim.
“Dağılın lan, kürdan bacaklılar, başka işiniz yok mu?”
Topuğuyla yerdeki yemleri ezerken, ağacın arkasında oturan birini fark etti. Genç bir adam, iki elinin parmaklarını birbirine kenetlemiş, gökyüzüne bakarak ince dudaklarını kımıldatıyordu. Adamın bıyıkları dikkatini çekti Ayça’nın. Badem biçiminde değildi gördüğü. Uzun, kıvrımlı; bir bakıma da babasının sözcükleri gibi: sıkıcı, ağır, baskıcı. Sevmiyordu bıyığın hiçbir türlüsünü.
“Hepsi aynı bok!”
Ayça, parmağını emerek usulca adamın yanına yaklaştı. Dili, parmağı ile temas ederken bir an hem annesinin sesini hem de içindeki isyanı duydu.
“Ağzına sokma şunu, elâlem içi erkek çekiyor,” diye laf eder sonra.
Başını salladı. Yalan da değil ya.
Göz göze geldiklerinde duraksadılar. Ayça, ellerini nereye koyacağını bilemedi; beline attı.
“Hey, ne bakıyorsun?”
Sesindeki alaycı tınıyı saklayamadı. Genç adamın zayıf, kemikli yüzünde beliren şaşkınlık ifadesi, ağaç dallarından havuz başlarına, banklarda oturanlardan seyyar satıcılara kadar herkese, her yana yansıdı.
“Hiç.”
Neredeyse sessiz fakat keskin bir tonda söyledi bunu.
“Beni izlemen hiç doğru değil.”
Kızdı Ayça. Neredeyse adamın boğazına yapışacak.
“Kestim kara saçlarımı, n’olacak şimdi? Bir şeycik olmadı – Deneyin lütfen – Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım, Günaydın kayısıyı sallayan yele, Kurtulan dirilen kişiye günaydın…”
Gözlerini kısıp tebessümle etrafına bakındı şair kılıklı adam. Resmen ağaçlara ve kuşlara okuyordu.
“Ne zırvalıyorsun orada ya?”
Portakal ağacının dalları, yüzünde yuvarlak gölgeler oluşturmuştu adamın. Kendisine diklenen birinin karşısında nasıl biçim alacağını bilemedi.
“Çattık!”
Kollarını birbirine bağlayıp gülümsedi.
“Zırvalıyorsun, derken? Söyle bakayım, ne yapsaydım, dünyada bin türlü dert varken? Kederlenip üzüleceğime, öfkelenip küfredeceğime okuyorum işte, bak, güzel değil mi sence de?”
Ne cevap vereceğini bilemedi genç kız.
“Erkek değil misin git kahvede neyin otur. Kafa sağlığın yerinde değil anlaşılan, akıllı olsan sabah sabah parkta oturup şiir okumazdın herhalde, ne bok var burada anlamadım ki, oğlanlar gelecek şimdi, iki sigara da mı tüttüremeyeceğiz ya, ahlak bekçisi kesilirsin bir de tepemde, bu yaşta sigara mı içilirmiş, he içilir sana mı soracağım, sizin gibi tipi tipler insanların ne yaptığıyla fazla ilgilenir, otur oku ne okuyorsan, gözlerini dikmişsin üstüme üstüme…”
“Konuşsana, dilini mi yuttun?”
Elini yanağına yasladı, gülümsedi. Gülümserken bıyığı, kalemle çizilmiş gibi iki yana çekildi.
“Hayatında hiç şiir okumadın mı yoksa? İstersen bu kitabı sana hediye edebilirim.”
Karanlıkta bir boşluğa bakar gibi gözlerini dikmiş, kıpırdamadan duruyordu Ayça. Bir kitap eksikti. Kur’an kursuna gönderildiğinden beri harfleri çözemiyordu. Basmıyordu kafası. Hocası demişti: “Senin aklın bir karış havada.” Kur’an’ı koltuğunun altına aldığı gibi çıktığı yolu, kaç zamandır yürümüyor artık. Okuyamıyor. Ezberliyor tabelaları, otobüs duraklarını, her şeyi. Üstüne üstlük şimdi de karşısındaki tuhaf herif bir de kitap vereyim diyor.
Elini cebine atıp bir avuç dolusu nar çıkardı. Parmaklarının arasından kırmızı damlalar, nakış gibi işleyerek damlıyor, damladığı yerde içi kof halkalar oluşturuyordu.
“Nasıl ya, bunca narı cebine mi doldurdun şimdi?” Kızın süzgün bakışlarıyla yerdeki kırmızılığın arasında şaşırarak elini uzattı. “Koy hadi onları kenara, bak elin kirlendi. İleride çeşme var, gidip yıkarsın.”
Ayça, aralarına peynir artığı sıkışmış sarı dişleriyle tebessüm etti. Sonra bir tane alıp ağzına attı. O öyle ağzına atınca nasıl olduysa, ağzından, burnundan, kulaklarından kusmuklar taştı. Safranın içinde çatallar, bıçaklar, hatta taş ve değnekler bile vardı.
Adam şaşırdı bu olanlara. “Keşke kitap meselesine girmeseydim,” dedi. Kız öksürdü, nasıl bir öksürmekse… Tıkanınca adam vurdu sırtına. “Nasıl tuttun midende bu kadarını? Derin nefes al, iyi gelecek.”
Ayça kustukça uluorta bir yığıntı oluştu adeta. “N’apacağız şimdi bunları?” dedi sesini zorlayarak. “Herkes gülecek, alay edecek.”
Bir zaman duruldu. Neden sonra yüzünün mevsimi değişti, gözünün feri geldi de cıvıldadı: “İyi değilsin sen, doktora neyin görünsen?”
Gülümsedi kız. Sanki az önce kıvranan o değilmiş gibi. “Aman, n’olmuş iki döktürdüysem? Arada oluyor da bugün biraz fazla birikmiş. Normalde bizim arka bahçeye kusarım, orada kimsecikler görmez. Neyse, n’apacağım şimdi bunları, onu söyle abi?”
“Abi” derken göğsünün ortasına bir naif hâl geldi yerleşti. “Sen iyi bi’ abisin, hadi yardım ediver de halledelim şuracığı.”
O esnada telefonu titredi, yerinden zıpladı. İncecik parmaklarıyla tıkır tıkır mesaj yazıyor, hınzırca gülümsüyor, göz ucuyla kendisine merhamet gösteren adama bakıyordu.
“Arkadaşım gelecek birazdan, anlarsın ya.”
Kızla sohbet etmek bir yana, yanına yapışıp cebindekileri sormak istiyordu. Kahverengi pantolonun cebinde bu kadar nar tanesi?
Etrafta gazete, taş, toprak toplayıp getirdi adam. Kusmuğun üstüne boca etti. “Bir dahaki sefere mutlaka doktora git, ihmal etme.”
Ayça, telefonun ekranından yansıyan ışıkta dudaklarını küçük bir kız çocuğu gibi büzdü. “Hı hı, olur abi.”
Yanı başındaki pis kokudan rahatsız oldu şair kılıklı. “Bu böyle olmaz, dayanılacak gibi değil,” diye geçirdi içinden. Neden sonra uzattı kitabı kıza: “Al, sende kalsın. Buraya geldiğinde okursun. Ama önce şu narları at çöpe, bak her yerin kırmızıya boyanmış.”
Ayça, bu kadar sakin bir erkekle karşı karşıya gelmesinden ötürü şaşkındı. Koyu renk rujla bezediği dudakları kurumuş, alnından ter akıyordu. “Bir erkek evladı nasıl bu kadar sakin olabilir?” Üstelik terslediğinde gülümsüyor, etrafa huzurla bakıyor.
Ama bıyıklı, dedi içinden. Yanağına batan kılları anımsadı. Kendini bildi bileli batan o sivri kılları… İlk zamanlar canı çok acımış, ağlamış, haykırmış, sonra kaderine boyun eğip susmuştu. Yumuşak dudakların üstünde ucu sivri kıllar… Bıyık değil mi, hepsi aynı! Ha babanın bıyığı, ha komşunun. Yolmalı hepsini.
Şimdi, ömründe ilk kez birisi hediye vermek istiyor kendisine. Ne tuhaf. Alıp yırtsa sayfalarını, çarpsa yüzüne… Hediye verene nasıl davranılır ki? Zorla istemeye o kadar alışmış. Her gün harçlık alacak diye duvarları yumruklayıp evden çıktığı günlerin haddi hesabı yok.
“İyi peki.” Sakince aldı kitabı. Koltuğunun altına koydu. Belki bir gün okuyacak.
Çantasındaki minik aynayı çıkarıp yüzüne baktı. Sürdüğü siyah farı düzeltti parmağıyla. Kaşlarında çıkan tüyleri inceledi şöyle bir. İşaret parmağını dudağının üstüne değdirdi. Bıyıkların battığı yere. Daha geniş yerden sürdü ruju. Dudaklar şekil, önümden çekil!
“Boyanma,” öyle demişti defalarca annesi. “Şeytana benziyorsun.”
“İşte böyle hazırım. Hadi abiciğim, işin rastgele.” Epey de kibar söyledi bunu.
Ayça birkaç adım atınca, peşi sıra nar taneleri döküldü. Genç adam eğilip bir tanesini aldı.
Nasıl bir renktir bu… Çıkmaz da şimdi.