Buket Arbatlı, öncelikle Korkunun Kıyılarında adlı yeni öykü kitabınızla okurlarınızla buluştuğunuz için sizi kutluyoruz… İlk kitabınız Erkeklere Her Şey Anlatılmaz’dan sonra bu kez geçmişin gölgelerine uzanan bir öykü evreni kuruyorsunuz. Neden böyle bir tema seçtiniz?
Tarihe büyük ilgisi olan bir aileden geliyorum. Kitap okumakla kalınmayan farklı bakış açılarının çarpıştığı bir ilgi bu. Bu ortam sizi sorgulayıcı yapıyor. Lise sıralarında tarih dersinde dayanamayıp “Hep şanlı tarihimiz, zaferlerimiz anlatılıyor. Hiç mi kötü şeyler olmadı? Osmanlı’nın zaferlerinin ardında cepheden cepheye sürüklenen Anadolu askeri, ailelerinden sökülüp getirilen devşirmeler yok mu? Kurtuluş Savaşı’nda Ege kıyılarında yaşayan Rumlara ne oldu? Ya Ermeniler?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Cevapların beni tatmin etmediğini de. Bu, beni tarihsel olayların farklı, daha karanlık yönlerini araştırmaya ve yazmaya itti. Ne zamanki Yüz Kitap’tan çıkan Claire Vaye Watkins’in Nevada isimli öykü kitabını okudum, sorularıma cevap arayan, kaybedenlerin gözünden bir kitap yazmaya karar verdim. Özellikle Kurtuluş Savaşını, Osmanlı’nın yıkılıp Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllardaki büyük değişimlerin, devrimlerin insanlar üzerindeki etkisini, resmi tarihte yer almayan deneyimlerini kaybedenlerin ve mağdurların gözünden anlatmayı hedefledim.
Tarih Meleği ve Anti-Epik Anlatı
“Kitabınız, Walter Benjamin’in “tarih meleği” metaforunu hatırlatıyor: Geçmişe bakarken yıkıntıları gören, geleceğe savrulan bir melek. Sizce yenilmişlerin hikâyelerini anlatmak bir tür anti-epik anlatı mı?
Anti-epik bir anlatı olarak tanımlayabiliriz. En azından amacım buydu. Kahramanlarımın hepsi bir tür kaybeden, öykülerimin zafer destanlarıyla zerre alakası yok. Kimi masumiyetini, kimi ideolojisini, kimi aşkını, hayallerini kaybediyor. Bir adım daha atamadan korku denen derin uçurumun kenarında kalakalıyorlar. Yazarken düşünmemiştim ama bu sorunla aslında tam da Walter Benjamin’in “tarih meleği” metaforuyla örtüşen bir açı olduğunu fark ettim. Zaman çizgisel bir düzlem, insanoğlu da hep daha iyiye doğru ilerleyen bir canlı olsaydı eğer Korkunun Kıyılarında anlatılan öykülerin yaşanmadığı ya da yaşanmayacağı bir yerde olurduk değil mi? Ne fayda, hiçbir ilerlemenin kaydedilemediği bir dünyada yaşadığımızı gözlemliyorum. 1920’lerde 30’larda kadınlara verilen hakların geri alınmaya çalışıldığı, insanların üstüne bombaların geçmişte olduğundan daha da fütursuzca fırlatıldığı bir dünya beni dehşete düşürüyor. Tam da Klee’nin Tarih Meleği gibi gözlerim faltaşı gibi açılarak geleceğe savrulmaktan başka bir şey yapamıyorum. Aynı zamanda bir tür vicdan muhasebesi de var. Ailemin büyükleri uzun ömürleriyle bana gençlik çağıma dek eşlik etti. Onlardan öğrenebileceğim çok şey vardı ama ileriye doğru sürüklenirken geçmişe bakmak çok geç aklıma geldi. Artık elimden kayıp gittiler. Bu anlamda tarihi öyküler yazmak, benim için bir tür “boyun borcu” gibi; tekrar tekrar hatırlamak ve geçmişin derslerini bugüne taşımak adına. Geçmişi değiştiremeyeceğimizin farkındayım yine de geçmiş algısı kişiseldir ve her şeye dönüşebilme potansiyeli taşır.
Savaşın Bireysel Yıkımı ve Dil Şiddeti
Öykülerinizde savaş, askeri stratejilerle değil, bireylerin yıkımıyla anlatılıyor. Örneğin, “Çıkmazsan vururum” cümlesi dil şiddeti ile fiziksel şiddet arasında nasıl bir bağ kuruyor?
Askeri zaferlerden veya büyük olaylardan ziyade, bireylerin yalnızlığını ve kaybederken ki duygularını anlatmaya odaklandım. Gerçek kimliğimiz o anlarda mı ortaya çıkar, dilimize nasıl yansır? Düşmanın dilinde öğrendiği ilk cümle “çıkmazsan vururum” olan Andoni, esir düşmektense ölmeyi dileyen yaralı Yunan askerinin boğazına bıçağını saplar. Savaş bizi insan olmaktan çıkarır. Şiddetimizi tadanlar rüyalarımızı basar, vicdan azabımız hayalet dostlar olarak yanımızda yürür. “Tanrı Bizi Birleştirsin” deki BİZ düşmandan ari bizdir. Biz ve onlar. Bu ikili sistem sonsuz bir döngüyle savaşları şiddeti enkazları yaratır.
Osmanlı’nın Son Temsilcileri: Nadir Ağa
“Son Osmanlılar” öyküsündeki Nadir Ağa, “Arap değil, Türk hiç değil, Osmanlı” diyor. Bu tanım, yok olmuş bir kimliğe mi işaret ediyor?
“Son Osmanlılar” üç kıta ve yedi denize yayılmış bir imparatorluğun çöküşünün en içeriden, evin kalbinden hissedildiği bir öykü. Hikâyenin geçtiği dönemde ciddi toprak ve güç kaybı var. Sultanlar en sevdiklerini bile koruyamıyor, Nadir Ağa 31 Mart hadiselerini düzenlemese bile karışmaktan suçlu bulunuyor, saraydan sürgün ediliyor. Cihan Harbi sonunda İmparatorluğun son cephesi Anadolu insanüstü bir çabayla elde kalmış, yeni bir vatan inşa edilmeye çalışılıyor. Asri zamanlar. Artık Osmanlı yok. Türkiye Cumhuriyeti’nin tanımladığı bir kimlik var ve Sultan da yakın ailesiyle yurttan gitmiş. Peki ya o “evin” hizmetlilerine ne oldu? Düne kadar sultanın ailesiydiler, kafesin ardında tutulan nadir kuşlardı. Birden sokağa bırakıldılar. Haymatlos değiller, çocuk yaşta çok uzaklardaki vatanlarından alınıp getirilmiş olsalar da bir yurda sahipler ama kimlikleri yok. Dilleri bile sokak insanına yabancı. Nadir Ağa mandıracılık yapmayı, Bahri Ağa müzede çalışmayı başarsa da reddedilmiş geçmişin temsilcileri onlar. Haremde tuhaf kaçmayan varlıkları sokağa düşünce herkesi şaşkınlığa gark ediyor. Nazım’ın şiirinde olduğu gibi çok uzun, çok ince bir haremağası ya da Osmanlının son cücesi onlar. Ölümleriyle bir devir tamamen kapanacak ve sessizce yok olacaklar. Bunun çaresi ne olabilir? Elbette kendilerine ait bir çocuğu büyütüp geleceğe bir nişane bırakabilmek. Bunu da başaramıyorlar. Çünkü Osmanlı artık olmayan bir kavim. Bunun haricinde Nadir ağa diğer haremağalarının aksine velinimetlerine asla söz söylemiyor ve söyletmiyor. Yine de hadım bırakma operasyonu ruhunda derin bir yara bırakmış. Reddederek üstesinden geleceğini sandığı bir yara. Vedat’ın başında beklerken bunu sağaltmaya çalışsa da nafile.
Modernleşmenin Görünmeyen Mağdurları: Vesile
“İnkılapları Biz Yapmadık” öyküsü, modernleşmenin dayatmacı yönünü ele alıyor. Vesile’nin şapka devrimiyle imtihanı, devrimlerin kadın bedeni üzerindeki etkisini nasıl yansıtıyor?
Öyküleri bir tema ve hedeften, bir durumu eleştirmekten çok böyle bir durumda insanlar ne yapardı üzerinden kurguladım. 25 yaşında şehit dulu bir kadın birine âşık olsaydı ve en beklenmedik şekilde bir kez daha kaybetseydi ne olurdu diye düşündüm. Babam şapka devrimi nedeniyle 20 yıl evinden çıkmamış bir adam söz etmişti. Tam delilik yani ama böyle sıra dışı insanlar beni büyülüyor. Bundan daha güzel bir kahraman olamaz diye düşündüm. Toplumsal büyük dönüşümler hiç beklenmedik etkiler yaratabiliyor. Şapka devrimi aslında bir devrim değil kılık kıyafet düzenlemesi ama bir devri açıp kapayan bir simge olarak görülüyor. Buna karşı gösterilen direnci, korkuyu, alışılmıştan çıkamamayı ve bunun bireysel travmaları (Vesile’nin acısı gibi) nasıl tetiklediğini anlatmak istedim. Benim derdim kişilerdi, kimsenin bilmediği, bilmeye değer bulmadığı sıradan insanlar üzerindeki etkiler. Öykü ortaya çıktı. Yazarken yaptığım araştırmalar da çok heyecan verici oldu.
Sömürgecilik ve İçsel Sürgün: Odamdaki Afrika
“Odamdaki Afrika” öyküsünde Habeşli bir kölenin hikâyesi anlatılıyor. Bu, evrensel bir sömürgecilik eleştirisi mi?
Bu öykü için bana X’teki paylaşımlarıyla ilham olan ama şimdi ismini hatırlayamadığım tarih öğretim üyesine minnettarım. Deli İbrahim’in günlüğünü günümüz Türkçesine çevirmişti. İbrahim fevkalade dertliydi. Gece rüyasında abisi IV. Murat onu kovalamış. Yüreğinde büyük bir sıkıntıyla uyanmış. Zavallı İbrahim dedim. El Muzaffer El muktedir daima. Amma panik ataktan mustarip. O da bir insan. Güveneceği, onu karşılıksız seven birine muhtaç. Bu kim olsun? Benim tüm kahramanlarım gibi bir kaybeden, bir ezik. Bir köle. Habeş bir köle. Dünya güzeli Çerkes kızı değil. Hizmet edilsin diye getirilmiş zifir kara küçük bir kız. Camdan bakan Arap kızı. Kimsenin bilmediği şey çok ama çok zeki olduğu. Kendisine dayatılan dini de kuralları da reddediyor. Çok yalnız, hep yalnız. Ve İbrahim’e ölümüne aşık. Kölelik o kadar sıradan ve yaygın ki, cumhuriyetin ilk yıllarına da sirayet etmiş. Bu konuda yazılmış çok güzel bir kitap var; Arap Kızı Camdan Bakıyor, Türkiye’nin Siyahları. Ümit Bayazoğlu.
Son olarak, Korkunun Kıyılarında ile edebiyatın tarihyazımına nasıl bir katkı sunmak istediniz?
Geçmişi kaybedenlerin ve unutulanların gözünden resmi tarih anlatısının ötesine geçen, insanı merkeze alan, olaylara karşı cepheden de bakan, çok sesli ve empatiye dayalı öyküler yazmak istedim. Geçmişin “korku kıyılarını” ziyaret ederek, unutulanları hatırlatmayı, geçmişin derslerini günümüze taşımayı ve bireysel travmaların toplumsal dönüşümlerle nasıl iç içe geçtiğini göstermeyi amaçladım.