Elazığ’da doğdum. İki çocuk annesiyim. Estetisyen ve makyözüm. Yazmak bana çok iyi geliyor. Mikroscope dergisini takip ediyorum.

 

Gün, toprağın ince ve soluk tenine henüz dokunurken Veysi’nin bıçak sırtı sesi değirmende yankılandı: “Başka çuval kalmadı.” Kambur sırtında taşıdığı buğday, en taze ölümün habercisi gibi ağırdı. Hem de ne ağır!

İçeri girdiğinde, tuvaletin kapısı ardına kadar açıldı; seramiklerden kızıl bir hikâye döküldü. Sümbül, onu yatakta bulduğunda, karnındaki çocuk ilk kez tekme attı. Sanki baba ile vedalaşıyordu. Bir de içerideki ikisi… İki kız evlat daha. Biri iki, diğeri dört yaşında. “Oğlan olacak Sümbül bu seferki!” Böyle demişti Veysi.

“Ankara…” dedi kayınpeder, kahvedeki telefonu kırık dualar kitabı gibi nasırlı elinde tutarken. Kelime, havada asılı kaldı. Tren istasyonunda, Veysi’nin eli Sümbül’ün gebe karnında titredi. “Dönüşte toparlarım değirmeni,” diye fısıldadı. Gitti… Trenin getirdiğini bu kez dört kişi omuzda, gürültüsüz taşıyordu. Sevinç eksikti artık…

Sümbül, kara çarşafa bürünmüş evde, değirmenin durmuş kanatlarını izledi. Rüzgâr, Veysi’nin ceketinin yakasında gözyaşlarıyla uyuyordu. Bir sabah, sırtına o ceketi geçiriverdi. Çocukların ellerinden tuttu, yeni kız bebesini sırtına yükledi, buğday çuvallarını sürükledi. Taşlar dönmeye başladığında, un tozlarıyla karışan gözyaşları, toprağa düşen ilk yağmurdan bereketliydi. Duydu…

Köy meydanında, “Değirmenin Sümbül’ü” diye anıldı o zaman. Ve hep. Çünkü biliyorlardı: Ölümün öğüttüğü buğday, çoğu zaman dirilişin ekmeğini pişirir.

Veysi’nin sesi, her dönüşte taşların arasından yükseliyordu. Sümbül, unlu parmaklarıyla çocuklarının saçlarını okşarken mırıldandı:
“Babanız, uğultunun şarkısını yürüttü bize…”

Değirmen hâlâ döner.
Bazen bir sevda taşa yazılıp un olur;
bazen bir kadın, ölümü ekmeğe yeğler.