Kadın, kaldırımı kaplayan sarı, kırmızı, turuncu yaprakların arasından yürüdü. Öyle inceydiler ki! Onları ayakları altında ezip paramparça yapmaktan çekiniyordu. Nasıl da güzeldi şekilleri! Pardösüsünün ceplerine doldurup eve götürmek ve duvarına asacağı bir tablo yapmak istiyordu. Boya kullanması gerekmeyecekti. Renkleri zaten göz kamaştırıcıydı. Her birinin kendine has şekli, karakteri diyebileceğimiz bir kokusu var: akçaağaç, dişbudak, huş, kayın… Yapraklar, tutundukları bedenden ayrılıp toprağın üzerinde birleşmişti. Hasret giderir gibiydiler. Kalabalıktılar ama hiç gürültü yapmıyorlardı. Aksine huzurlu bir melodi duyuluyordu: Autumn Leaves.
Sokağın yerlisi onlar. Diğer herkes misafir. Hepimiz bu dünyaya uğrayan seyyahlarız. Ömür, bize biçildiği kadar. Şu kayını oğlum da tanıyacak. Torunum gövdesine sarılacak. İçine ığıl ığıl bir sıcaklık akacak. Hayal ettikçe tarif edilemez bir sevinç dalgası vücudumu titretiyor. Akçaağacın gövdesine bir işaret koysam… Zarar vermek istemem ama… Bir sürgün yeri belki. Yeşerecek bir küçük kesik. Oğluma göstereceğim tam yerini. Sonra o da kendi oğlu/kızı için bir sürgün yeri kestirecek gözüne. Zamanı gelince, bu küçük kesikten bir nesil daha yeşerdiğini görecek. Ağaçları yaşatıp, gelecek nesillerin de gölgesinden nasiplenmesine çabalayacağız.
Bir huş yaprağı, bir kayın, sonra yine huş. Küçük asma dallarını beden niyetine kullanıyorum. Aralara uzun söğüt dallarıyla helezonik desenler yapıyorum. Yıldızlı Gece’de Ağaç Kıpırtıları olacak tablonun adı. Gece çöktüğünde, şehri baştan aşağı yürüyüp ağaç tohumları serpecekler beton yükseltilerin arasına.
Elime yeşil bir kalem alıyorum. Okuduğum bir kitaptan şu satırlar geliyor aklıma, tablonun köşesine yazıyorum:
“Natürmort.”
“Natürmort nedir?” diye sormuştu.
“Ölü tabiat.”
“Tabiat ölmez ki,” demişti Elâ.
“Nasıl ölmez? Yağmur yağar, çiçekler açar, kuzular meler, hani ilkbaharda ilkokul kitaplarındaki gibi.”