Her sabah uyanıyorum; ama uyanan kim?
Bedenim açıyor gözlerini belki, ama benliğim hâlâ karanlık bir bilincin ardında, zamansız bir uykuda sürükleniyor olabilir. Gözümü açtığım şey bir oda değil, bir soru: “Var mıyım hâlâ?”
Taşra… Burada zaman kendini tekrar etmiyor, sadece unutuyor. Geçmiş, gelecekten önce soluyor. Mekân ise bir topolojik cehennem: Her yol seni aynı sokağa, aynı sessizliğe, aynı boşluğa çıkarıyor. Bu yüzden taşrada yaşamak değil, taşrada çözünen bir bilinç olmak gibi bu.
Ben, bu çözüntünün adıyım. Bipolar dediler. Ama bu adlandırma, varlığıma biçilen sadece bir semptomatik kabuk. Asıl bozukluk, ontolojik: Sürekli kendime dönüşememek. Bir kimlik değilim ben, sürekli ertelenen bir olasılığım.
Delilik, çoğu zaman yanlış bir sorudan ibarettir: “Ne düşünüyorsun?”
Oysa benim sorum başka:
“Düşünce dediğimiz şey kimin içindedir? Ve ben, bu düşüncenin nesiyim, faili mi, sonucu mu?”
Manik zamanlarımda Tanrı’ya benzerim. Her şey mümkündür; evren bana boyun eğmiş gibidir. Fikirler, birer yıldız gibi yanar zihnimde. Ama sonra, yıldızlar da patlar. Işık gider, boşluk kalır. Depresyon, Tanrılıktan düşüştür — ama insanlığa değil; hiçliğe.
Dil beni taşımaz. Çünkü ben, dilden önceyim artık. Sözcükler beni çevrelemeye çalışıyor ama ben dağılmış durumdayım. Konuşmuyorum; düşünceyi dinliyorum sadece. İçimde yankılanan sesi. Belki de düşünce, “ben” dediğimiz şeyin yalnızca ses kaydıdır.
Ben bir akademisyenim. Tahtaya “kimlik” yazıyorum, ama o kelime bana değil, başkasına ait gibi duruyor. Her kavramı anlattıkça, içimde bir yer daha kırılıyor. Çünkü kavramlar da beden gibi; aşındıkça tanıdık olmaktan çıkar, yabancılaşır.
Geçmişimde bir figür var: Yüzü olmayan, sesi hatırlanan biri. Onu kaybettim mi, hiç sahip oldum mu bilmiyorum. Ama biliyorum ki o eksiklikle varım artık. Eksiklik: Varlığın negatif kipidir. Onunla düşünürüz, onunla hissederiz. Kayıp, sadece bir nesneye değil, kendine ait olma duygusunun yitimine dair bir vakadır.
Bugün kendime şu soruyu sordum:
“Ben neyim?”
Ama bu soru artık cevap istemiyor. Çünkü her cevap, daha büyük bir soruyu doğuruyor:
“Ben neden bir ‘ben’ olmak zorundayım?”
İçimdeki yankı sustuğunda yazmaya başlıyorum. Belki de yazmak, kendine doğru açılan tek dürüst çöküştür. Kalem, varlığa kazılmış bir çizik. O çiziğe her gün biraz daha gömülüyorum.
Ve günlüğümün en son satırına bunu yazdım:
“Ben bir özne değilim; benliğe temas etmeye çalışan bir bilinç kırığıyım. Varlığım bir cümle değil artık; bir suskunluğun yavaş yavaş oluşan biçimi.”