“Mezarlıkta Piknik” adlı kitabıyla okuru yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide bir gezintiye çıkaran Mehmet S. Aman’la, başlığın ironisinden yalnızlık temasına, öykülerdeki mekânlardan varoluş sancılarına uzanan bir röportaj gerçekleştirdim.
“Mezarlıkta Piknik” başlığıyla ilk karşılaştığımda bir an durup düşündüm: Mezarlıkta piknik mi olur? Ne anlamalıyım bu başlıktan, nereye çağırıyor beni bu ironi? Siz bu başlığı nasıl seçtiniz, sizin için neyi temsil ediyor?
Mezarlıkta piknik… evet, oluyormuş. Ben de bunun farkına, kitaba adını veren öyküye esin kaynağı olan olayı yaşarken vardım. Elbette mezarlıkta yapılan bir pikniğe şahit olmadım. Ve tabii okuyucunun merakını diri tutmak amacıyla öyküyü burada anlatmayayım… Ancak şunu söyleyebilirim: Ölüm ve yaşam, bir nefeslik hengâm. Vadesi dolanın toprağın altına girişi ve yakınlarının kahroluşuyla, nefesi ümüğünden hâlâ alınmamış olanların o toprağın üstünde piknik yapabiliyor oluşu kadar absürt, fantastik ve bir o kadar da gerçek bir ânın peşinde sürükleniyor oluşumuzun ironisi ve alegorisi.
Kitabın adını tam olarak, okuyucu kitapla ilk karşılaştığında bir an durup düşünsün, “Mezarlıkta piknik mi olur?” diye sorsun, merak etsin, kitabı edinsin ve bambaşka bir şeyle karşılaşsın diye seçtim. Bir küçük oyun… Kitapta birkaç isim daha vardı ilginç, ancak bu isim benim daha çok içime sindi. Benim için…
Kitaptaki öyküleri okurken ortak bir duyguları olduğunu fark ettim; yalnızlık. Bu yalnızlık teması sizin için kişisel bir çıkış noktası mıydı, yoksa dönemin ruhunu yansıtmak mı istediniz?
Yalnızım.
En önce kişisel bir çıkış, hatta kaçış noktası. Selam olsun Sait Faik’e: “Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum, öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Sait Faik, “haritada bir nokta” arıyordu; kötülüğün, çirkefliğin, sömürünün, ezenin, ezilenin olmadığı bir nokta. Kendimi, derdimi, hissimi kimselere anlatamayışımın çıktısı.
Yalnızız.
Dönemin ruhunun kaleme yansıması. Peyami Safa’nın Yalnızız romanında değindiği üzere: “Zamanımızda, şehirleri geceleyin nura boğan elektriğin ruhlarımızdaki karanlığı artıracağını sezen bir çağın emekleme yıllarında, bu çizgi varış değil, kalkış noktasını buluyor.”
İnsanlığın sofradan kalkış noktasındayız. Ve bu kalkış, şükürlü bir kalkıştan çok lanetli bir kalkış. Bu kalkışa bir karşı duruş.
Öykülerinizde şehirler, yollar, mezarlıklar gibi mekânlar güçlü metaforlar taşıyor. Mekân seçiminizde nelere dikkat ediyorsunuz?
Nereye dokunuyorsam, nereyi işitiyorsam, nereyi görüyorsam, nereyi hissediyorsam, nerenin kokusunu duyuyorsam; orası kayda değer bir mekândır. Şehirler, yollar, mezarlıklar; biziz. İçindeyiz. Her yerin bir ânı, her ânın bir ruhu ve her ruhun bir derdi var. Gerçekle temas, yazın yaşamımın olmazsa olmazı. Yazarken gerçeküstü ya da fantastik evrene dalsam bile, gerçekle ilintisini muhakkak kurmak dileğiyle başlıyor satırlar. Dolayısıyla aslında ben mekân seçmiyorum, mekân beni seçiyor.
Bazı öykülerde karakterler Tanrı’ya sesleniyor, geleceğe karşı kaygılılar. Bu varoluşsal temalar sizin yazı dünyanızda nasıl bir yer tutuyor?
Nefes aldığım her an bu kaygılarla yaşıyorum. Bana, insanlığa bu kaygıları reva gören Tanrı (varsa) ile sorunlarım var.
Tanrı (varsa) ile doğrudan kavgam var. Çünkü çok kibirli. Heybetinin yeryüzüne yansımasının kibir olması, bir nebze beni onun karşısında konumlandırıyor.
Tanrı (varsa) ile doğrudan kavgam var. Çünkü çok gamsız. “Ol” deyince olduran, bunca kötülüğü, bunca riyakârlığı, bunca nefreti, bunca caniliği, bunca kanı görüp elinde aynayla dünyanın dönmesine izin vermesi, bir nebze beni onun karşısında konumlandırıyor.
Özellikle “Sesleniş” adlı öykü birçok okuyucunun favorisi olmuş. Aykut, tanıdığınız birinden yola çıkarak mı doğdu, yoksa tamamen hayal ürünü müydü?
Hakikaten öyle. O öyküyle ilgili çok geri bildirim alıyorum ben de…
Aykut’ta ben de varım. Öğrencilik yıllarımda, yaşamımın farklı farklı dönemlerinde tanıdığım birçok yoksul insanın gözündeki mahmurluk da var. Hayal ürününe komşu satırlar da var, aldığımız nefes kadar gerçek anlar da.
Sanıyorum okuyucunun bu kadar ilgisini çekmesinin nedeni, apaçık gerçek olması.
Diliniz çok yalın ama anlattıklarınız bir o kadar çarpıcı. Okurken sürekli bir merak duygusu sardı beni. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz?
Sinemamızın yazın emekçisi Yiğit Güralp’e, “Ağabey, kitabı okuyup yapıcı eleştirilerini sıralar mısın?” dediğimde, sağ olsun beni kırmadı. Çok önemli eleştirilerde bulundu ve yayına hazırlanma aşamasında o eleştirileri dikkate alarak bir kez daha okudum.
Ve sağ olsun, kitap arkası da yazdı. Sürpriz oldu söyledikleri ve çok mutlu etmişti:
“Ben edebiyatçı değilim, belki biraz da bu yüzden Mehmet’in iç dünyasında, sürprizini sona saklayan usta sinemacıların izine rastladım.”
Sinemayı çok seviyorum. Öyküyle sinemayı harmanlıyorum. Öyküyü yazarken, okuyucu sanki bir sinema salonundaymış gibi hissetsin istiyorum. Dolayısıyla biraz senaryo tekniğiyle de kurguluyorum öyküleri.
En son sohbetimizde, “Bir özel isimle bile şiir yazılabilir” demiştiniz. Bu cümledeki duyarlık, sizin şiire yaklaşımınızı da özetliyor sanki. Bu bakışla şiir yazma arzunuz devam ediyor mu? Yazın hayatınızda yeni bir şiir kitabı ihtimali var mı, yoksa öykü anlatıcılığı ağır mı basıyor şu sıralar?
Şiir yazma arzum, son zamanlarda beni hiç rahat bırakmıyor — bu iyi…
Öyküyü bile ikinci plana sevk ettirecek bir konukluktan bahsediyorum — belki bu kötü…
Ancak imgelerin rüzgârına bıraktım şu sıralar ruhumu. Bazıları yayımlanıyor, bazılarını saklıyorum…
Yeni bir şiir kitabı elbette olacaktır; ama yakın zamanda pek ihtimali bulunmuyor. Çünkü bir araştırma-inceleme kitabının araştırma safhasındayım, biraz zaman alıcı bir işe koyuldum. Bu yolculukta şiirin yorgunluğumu aldığını hissedebiliyorum, heybemde eksik etmiyorum.
Fakat öykü de yazmalıyım, biliyorum. Yazmaya başladığım, yarıda kalan, üzerinden geçilmesi gereken, hiç başlamadığım öyküler var. Sırası gelince onlara da muhakkak girişeceğim.
Söyleşimizi, dergimizin 41. sayısına özel seçtiğimiz “ebedi öğrencilik” temasıyla bitirmek istiyorum. Ebedi öğrencilik kavramı sizin için ne ifade ediyor?
“Bir insanın, bildiğini sandığı bir şeyi öğrenmesi imkânsızdır,” diyor Epictetus.
Ebediyen bilmemeye, öğrenmeye odaklı olmak… O farkındalıkla yaşama uğraşındayım.
Biliyorsanız, öğrenemezsiniz; çünkü bilginin getirdiği burnu havadalık, hakikatin kapısını kapatır.
Hakikatin kapısının kapanmaması umuduyla, ebedi öğrencilik okulunun sadık bir öğrencisiyim.
Son olarak, başta sana ve Mikroscope’a, bana bu olanağı sağladığı için teşekkür ediyorum.