Maltepe Üniversitesi Sivil Havacılık Kabin Hizmetleri bölümünden 2021 yılında mezun olmuş, ardından İstanbul Üniversitesi Marka İletişimi bölümüne geçiş yapmıştır.
Havacılık sektörünün yanı sıra, çocukluğundan beri süregelen ''yazma'' tutkusunu profesyonel bir basamağa taşımak adına, özel bir kurumdan yaratıcı yazarlık eğitimi almıştır. Edebiyatist dergisinde “Kavuşumun Sancısı” adlı hikâyesi ve "Haykırış" adlı kitapta da ‘‘Eksik Yara’’ isimli öyküsü ile yer almıştır. Televizyona duyduğu ilgiyle spikerlik-sunuculuk eğitimini tamamlamıştır. Sanatın iyileştirici gücüne her zaman inanmış ve piyano çalmayı hayatının bir parçası hâline getirmiştir.
Şimdi ise hikâye, makale yazıyor ve sektörde kendini daha da geliştirmek adına senaryo yazma eğitimine devam ediyor.

“Benim Yüzümden” sadece bir karakterin hikâyesi değil; hepimizin içinden geçen, sessizce taşıdığımız duyguların da ifadesi. Yazar ve psikoterapist Tuğçe Isıyel ile kaleme aldığı bu derinlikli roman üzerinden, suçluluk, aşk, alışkanlık, yalnızlık ve içsel güç gibi kavramları; hem edebiyatın hem de insan ruhunun dilinden konuştuk.

Benim Yüzümden, hayat verdiğiniz karakterin yaşama karşı duruşunu ve hissettiklerini çok yalın bir şekilde ifade ediyor. Hayatta bazen her şeyin tek sorumlusu olarak kendimizi görmek… Bu inanç hali psikolojik olarak insanın üstünde nasıl bir hakimiyet kuruyor? Gerçekten bir inanç mı yoksa öğretilmiş çaresizlik, kurban olma hali mi? 

“Benim yüzümden oldu” demek, her zaman sadece suçluluk duygusunu değil, bir bağ kurma biçimini de ifade eder. Kimi zaman acıya bile sahip çıkabiliyoruz; çünkü bu, bizi hikâyeye dâhil ediyor. Olan bitenle ilişkimizi sürdürebilmenin bir yolu da, sorumluluğu kendimize çekmekten geçebiliyor.

Bu hâl, evet, çoğunlukla öğretilmiştir; ama sadece dışarıdan dayatıldığı için değil, içimizde bir tür konfor alanı yarattığı için de sürebilir. Tanıdık olan, çoğu zaman konforludur çünkü.

Suçluluk duygusu, çaresizlikten daha katlanılabilir gelir bazen. Çünkü suçlu olduğumuzda hâlâ bir şeyleri değiştirebileceğimizi sanırız. Oysa çaresizlik, daha çok imkânsızlıkların kıyısında dolanan bir duygu bana göre.

Bu cümleye tutunmak bir mağduriyet mi, yoksa bir var olma biçimi mi? Sanırım bu sorunun cevabı her kişide başka yankılanır. Ama benim karakterim için bu cümle bir tür “kabuk”tu.

Tuğçe Isıyel ile Bir Benlik Hikayesi: “Benim Yüzümden”  Koruyucu ama boğucu. Ve hikâye boyunca, o kabuğu yavaşça çatlatmaya çalışıyor.

“Her Dönüşüm, Bir Şey Kaybettirirken Başka Bir Şeyi De Açığa Çıkarır”

Kitabın bir paragrafında aşkı “artık yürürlükte olmayan, eski bir dil gibi; başkası konuşurken anlıyoruz ama artık konuşamıyoruz” diyerek tanımlıyorsunuz. Günümüzde acı, aşk ve sevgi kavramları gerçekten değişip dönüştü mü? Ya da dönüşebilir mi?

Sanırım aşk dediğimiz şey hiç sabit kalmadı… Her çağda başka bir dilde konuşuldu, başka şekiller aldı. Ama son zamanlarda, özellikle de hızın, erişimin ve sürekli uyarılmanın bu denli arttığı bir dünyada, aşkın dili yavaşlığını kaybetti.

Sanki çoğumuz, artık anladığımız ama konuşmayı unuttuğumuz bir dil gibi hatırlıyoruz onu.

Sevgi, ruhsal temas isteyen bir şey. Beklemeyi, görmeyi, eşlik etmeyi gerektiriyor. Ama biz artık hızla “anlamayı” sevgi zannediyoruz. Birini hemen çözmek, hızla tanımak, sonra hızla vazgeçmek… Bu da aşkı bir tüketim nesnesi hâline getiriyor. Belki bu yüzden bazı duygular hâlâ var ama yerlerini bulamıyorlar. Halbuki aşk, tüketilen değil, derinleşmeyi hak eden bir duygu bana göre. Acısıyla, heyecanıyla, kavuşmasıyla, ayrılığıyla insanı dönüştüren bir duygu. Ama dönüşmeye ne kadar cesaretimiz var, düşünmek lazım.

Aşk dönüşür mü? Elbette. Ama her dönüşüm, bir şey kaybettirirken başka bir şeyi de açığa çıkarır. O kayıp hissini inkâr etmeden, yeni olana alan açarak yaşanırsa, belki aşkın kendisi değil, tonu değişir sadece.

Kitaptaki anlatıcı için aşk, artık yürürlükte olmayan bir dil gibi. Ama bu, onun hâlâ anlaşılmaz olduğu anlamına gelmiyor. Sadece konuşamıyor. Ya da konuştuğu kişi, o dili duyamıyor.

“Burada Görünmeyi Başarırsam, Her Yerde Görünürüm” 

Kitapta hayat verdiğiniz karakter, sevilmeyi, görülmeyi, önemsenmeyi arzulayan biri. Ama okurken şunu fark ettim ki, tüm bunların aksine, yaşamda hiç sevilmeyeceği, değer görmeyeceği kişilerin yanında duruyor. Belki de birçoğumuz tam da bunu yapıyoruz. Neden başka ihtimaller varken, zorun ve koşullu gelen şeylerin peşinden gidiyoruz?

Evet, o karakterin içinde büyük bir görülme arzusu var. Bazen insan, tam da sevilmeyeceğini bildiği yere yönelir. Çünkü o tanıdıktır. Tanıdık olan, daha önce de söylediğim gibi, konforludur. O incinme şekli, o yok sayılma biçimi… Belki çok eski bir deneyimin yankısıdır.

Yeni bir ihtimalin ne getireceği belirsizdir ama eski acının ne hissettirdiğini biliriz. En iyi dert, bilindik derttir. Dolayısıyla tanıdık acı, belirsiz duygulardan daha güvenli gelir. Bir de tabii ki, o acının iyicil bir şeye dönüşme ihtimaline de tutunuruz. Ah, bu ihtimaller!

Kimi zaman, görünmez olduğumuz bir yerde ısrarla var olmaya çalışırız. Çünkü içten içe, “Burada görünmeyi başarırsam, her yerde görünürüm” gibi bir varsayım geliştiririz.

Ama bu yol çok yorucu, çok yıpratıcıdır. Benim Yüzümden’de anlatıcının o yorgunluğunu hissediyoruz.

Karakterimiz bir ikilemin peşine düşüyor sanki: Gerçekten istediğim şey bu mu, yoksa sadece tanıdık olduğu için mi burada duruyorum? Kitap bu sorunun cevabını net bir şekilde vermiyor belki – ya da belki de veriyor. Ama o sorunun içinden geçmenin nasıl bir his olduğunu anlatmaya çalıştığı kesin.

“Bize Güçlü Olmanın ‘Duygu Geçirmez’ Olmak Olduğu Öğretildi”

“Güçlü olmak” kavramına da değinelim istiyorum. Bizler, güçlü olmayı nasıl tanımlıyoruz, nerede yanlış yapıyoruz? Ve ne yaparsak gerçekten içimizdeki gücü inşa edebiliriz?

Güç, çoğu zaman sandığımız gibi dik durmak, yara almamak, dayanıklı olmak, her şeyin üstesinden gelmek değil. Bazen tam aksine: yumuşamak, kırılmak, incinmek, yardım isteyebilmek…

Ama bize sanki güçlü olmanın “duygu geçirmez” olmak olduğu öğretildi. Dayanmakla katlanmak, sakince durabilmekle duyguları bastırmak birbirine karıştı. Ve biz, çoğu zaman içimizde olana temas etmeye değil, dışarıda bizden bekleneni sergilemeyi güçlü olmak zannettik.

Gerçek güç, bence görünmeyen yerde oluşuyor. Şarabın karanlıkta mayalanması gibi… Bir hissi bastırmadan, onu bir an önce geçirmeye çalışmadan onunla kalabilmekte; bir şeyi kontrol etmeden ona eşlik edebilmekte; yıkılmakla da, vazgeçişlerle de kalabilmektir.

İçimizdeki gücü inşa etmek için önce neye dayandığımızı fark etmemiz gerekiyor.
Dayanmak zorunda kaldıklarımız mı bizi güçlü yaptı, yoksa seçim yapabildiğimiz yerler mi?

Ben artık gücü bir şekil olarak değil, bir hâl olarak düşünüyorum.
Ve o hâl, en çok incinmeye izin verdiğimiz yerlerde kendini gösteriyor.

Kitapta hepimizin çok yakından tanıdığı bir kavrama da değiniyorsunuz: “Alışkanlık.” Alışkanlıklarımız, başkalarıyla ve kendimizle olan ilişkimizi nasıl etkiliyor?
Çevremizdeki insanlara da bağlanmak, duygusal olarak alışkanlık geliştirmek bir noktada sakıncalı olabilir mi?

Alışkanlık, çoğu zaman bir bağ gibi görünür ama aslında bir izdir. Bir şeyin, birinin, bir durumun içimizde bıraktığı iz, zamanla tanıdıklığa; tanıdıklık da güven duygusuna dönüşür.

Ama güvenle konfor aynı şey değildir. Ve çoğu zaman, alışkanlık konforu, güven zannetmemize neden olur.

Bağ kurmak, evet, kaçınılmaz. İnsan sevdiğine de, incindiğine de, anlamadığını da bağlanabilir içinden. Ama bağ, bazen bir yere ait hissettirirken, bazen de oradan ayrılamamamızın nedeni olur.

Duygusal olarak birine alışmak, onun varlığına değil; onun bizde uyandırdığı tanıdık duygulara tutunmak olabilir. Ve eğer o duyguların bir kısmı da yoksunluk, belirsizlik, değersizlik, eksilme hissiyse, o alışkanlık bizi güçlendirmez. Peşinden sürükler.

Alışkanlıkla bağ arasında çok ince bir çizgi var. Biri bizi tutar, öteki bizim yerimize karar verir.

Kitaptaki anlatıcı da sevdiğinden değil; o sevgi biçimini tanıdık bulduğundan ısrarla orada kalıyor belki, kim bilir?

Kitabın başından sonuna değin hissedilen bir yalnızlık duygusu da hâkim. Yalnız kalma hâli, çoğu zaman kötü bir his gibi gelebiliyor. Yalnızlığı da bize iyi gelen bir yerden yaşayıp dönüştürebilir miyiz?

Yalnızlık, çoğu zaman boşlukla karıştırılıyor. Ama bazen insan, tam da yalnızken kendine daha çok yer açabiliyor. Gerçi burada “yalnızlık” yerine belki de “tek başınalık” kavramı daha doğru olabilir.

İnsan, gürültüden, beklentiden, başkalarının sesiyle dolu alanlardan sıyrıldığında ilk kez kendi sesini duyabiliyor.

Elbette yalnızlık her zaman kolay bir yer değil. Kimi zaman eksiklik gibi, terk edilme gibi, dışarıda kalmak gibi hissediliyor. Ama yalnız kalabildiğimizde, aslında içsel bir eşlik alanı da açılıyor: kendimizle, hatıralarımızla, kararlarımızla, yaralarımızla, seçimlerimizle yeniden karşılaşıyoruz. Ve buradan dönüşüyoruz.

Benim Yüzümden’deki anlatıcı da tam olarak bu yerde duruyor. Yalnız kalmayı seçtiği için değil; bazen yalnızlıktan başka bir seçenek kalmadığı için…
Ama o boşluğun içinde bir bakış beliriyor: ne olduğunu bilmediği ama artık ne olmadığını anladığı bir bakış.

Sanırım yalnızlığı dönüştürmenin yolu, ondan kaçmak değil; onu geçici bir durak gibi değil, geçilebilir bir alan gibi görebilmek. Onunla özdeşleşmemek, onu gözlemlemek. İşte bu süreçte ortaya çıkan sessizliğe kulak verirsek, bazen orada unuttuğumuz bir yanıtı bulabiliriz.

Son olarak, kitabınızı kaleme alırken, aynı zamanda bir psikoterapist olarak anlatmak ve göstermek istediğiniz şey neydi? Okurlara bu noktada ulaşabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Ben bu kitabı yazarken bir şey öğretmek ya da açıklamak niyetiyle değil, bir duyguyu anlaşılır, görünür kılmak için yola çıktım. Çünkü bazı duyguların anlatılması çok zordur; ama onlara eşlik edilebilir. Benim Yüzümden, tam da bu eşlik etme arzusuyla yazıldı.

Psikoterapi süreci, bana dinlemenin, bazen sessizlikte kalmanın, yargılamadan tanık olmanın ne kadar dönüştürücü olabileceğini öğretti.

Yazarken de bunu yapmaya çalıştım. Herhangi bir şeyi dayatmadan; bazı cümleleri eksik bırakarak, bazı yerleri sessiz tutarak, okurun da kendi iç sesiyle boşlukları tamamlamasına alan açmak istedim.

Bir psikoterapist olarak değil, sadece duyan biri olarak yazdım.
Ve eğer bir okur, metnin içinde kendi duygusuna temas edebildiyse, orada ben değil; onun kendi sesi konuşmaya başlamıştır.
Sanırım en çok bunu istedim:
Yol göstermek değil de, yolun kenarında birlikte soluklanmak.