1968 yılında Trabzon’da doğmuştur. Yedi yaşından beri ailesinin de desteği ile çok iyi bir okurdur. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun olmuştur. Evli ve iki çocuk sahibidir. En büyük ilgi alanı, kariyeri boyunca hep daha çok zaman ayırmak istediği edebiyattır.

Sunay Akın’ın son kitabı Koyu Mavi Memleket Kumaşı, İş Kültür Yayınları tarafından basıldı. Atatürk’ün Cumhuriyet’i neden kültür üzerine kurduğunu, bu amaçla çıkılan yolda ona eşlik edenleri, memleketine, cumhuriyete ve kültüre gönül verenleri merak ediyorsanız, kitabı mutlaka okumalısınız. Kendi deyimiyle modern zaman meddahı Sunay Akın, bizi bazılarını bildiğimiz, bazılarını ilk kez duyduğumuz isimlerin hikâyeleriyle duygulandırıyor. Yazara kitabı hakkında birkaç soru sorduk.

“Kurtuluşunun temeli kültür olan bir ülke, ekonomisini üretime dayandırmazsa, direklerinde dalgalanan bayrağı asla özgür olamaz.” Üstüne basa basa kültür diyorsunuz. Şali nedir, bayrağımızla ilgisi nedir, bunları bile kitabınızı okuyuncaya kadar bilmiyorduk. Kültürle başlamış Cumhuriyet’in yüz yılını geride bırakmışken, bu açılış noktasından ne kadar uzaktayız?

Kültürü, yüzyıllardır süregelen bir satranç oyununa benzetebiliriz. Bizden önce bu alanda pek çok hamleler yapıldı, bilgiyle. Şimdi biz gözümüzü açtık. Kendimize bazı sıfatlar yüklüyoruz. Nedir bu? İşte Anadolu’dayız. Türkiye Cumhuriyeti var. Türk kültürü var. Kültürümüzün yetiştirdiği çok değerli bilim insanları var. Sanatçılar var. Kendimizi bir demir gibi bunun içinde bulduk. Ama bu hamleler bizden önce yapılmış.

Biz şimdi satranç oyununda doğru taşı oynamak istiyoruz. Eğer bizden önce yapılan, ileriye doğru, daha aydınlık bir geleceğe, daha güzel bir dünyaya doğru bilimin ve sanatın yolu olan hamleleri göremezsek, bu bilgi birikimine sahip olamazsak, doğru taşı oynayamayız. Bunun için geçmişe gelen bilgide kültürü temel yaparak bilgi üretmeliyiz. Bu yüzden geçmişte kalan kültür mirasında bilgi üretmeyi öğrenmeliyiz, daha doğrusu.

Kültür denince akla hep sanat gelir. Tabii ki kültürün bir parçasıdır sanat: resim olsun, heykel olsun, müzik olsun, tiyatro olsun, edebiyat olsun. Fakat kültür sorunları dediğimizde akla sanat dünyasındaki sanatçıların yaşadığı zorluklar ve sorunlar gelmemeli. Bu sorunlar önemli. Ama kültür, insanın doğa ile olan kökleri ve buradan, doğaya—yaşadığı doğa parçasına—dayanan, coğrafi ve tarihî birikimin içerisinde ürettikleridir.

Kültür çok daha geniş bir kavramdır. Örneğin Anadolu’daki bitkilerden, endemik yapıdan üretilen ilaçlar bir kültürdür. Bugün, günümüz Türkiye’sinde ne yazık ki bu konuda yeteri kadar bir çalışma, gelişme yok. Neredeyse hiç kalmadı. Biliyoruz ki hastalıkların bütün ilacı doğadadır. Doğa en büyük eczanedir. Ama biz bugün bu kültür mirasını hayatımıza kazandıramıyoruz. Oysaki günümüzden iki bin yıl önce, adlı bir bilim insanı Adana bölgesinde Materia Medica adında bir kitap yazıyor. Bu kitabın sayfalarında Anadolu’nun bitkilerinden üretilen ilaçlar anlatılıyor. Şimdi biz bu kültürün neresindeyiz? Çok uzağında. İşte kültür böyle bir kavram. Kitabımda bu konuda pek çok bilgi bulur okurlarım. Ben özellikle—tabii doğada sadece bitkiler yok, hayvanlar da var. Örneğin bizim kültürümüzde “bilge” ve “eşek” kavramı pek çok yerde iç içedir.

Örneğin çok eski bir atasözü der ki: “Abdal geyiğe, kahraman ata, bilge eşeğe biner.” Yine kültürümüzde tiftik keçileri çok önemlidir. Çok geniş bir yer tutar. Bin dokuz yüzlerin başına kadar tiftik keçileri sadece ve sadece Anadolu’da yaşıyordu. Dünyadaki tiftik kesim üretiminin yüzde yüzü kültürümüze aitti. Ama sonradan bu tiftik keçileri Afrika’ya gönderildi, Amerika’ya gönderildi. Bugün dünyadaki tiftik keçisi üretiminin ne yazık ki yüzde beşine sahibiz. Ama bir zamanlar yüzde yüzü bizim elimizdeydi.

Tiftik keçisi demek, öncelikle çoban demektir. İşte insan-doğa ilişkisini burada bir kez daha görüyoruz. O çoban, o tiftik keçilerini, o sürüyü doğru bitkilerle buluşturmalı ki hayvanların kaliteli, nitelikli tüyleri oluşsun. Yanlış bir yerdeki beslenmeyle o kalitedeki tüyler oluşmaz. Demek ki burada doğayı tanıyan, tiftik keçilerinin daha sağlıklı bir şekilde gelişmesine katkı sunacak bitkileri tanıyan insan var karşımızda işte.

İnsan-doğa ilişkisi —bu bir kültürdür. Ve sonra o tiftik keçilerinin tüyleri kırpılacak, iplik yapılacak ve kumaşa dönüşecek. Şali, tiftik keçilerinden üretilen kumaşın adıdır. Ve 1936 yılında çıkan Bayrak Kanunumuzda, ilk maddede hilal ve yıldızın şalelerin üstüne konularak bayrak yapılacağı yazılıdır. İşte bu Bayrak Kanunu’ndaki birinci maddede, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” sözünün doğruluğunu bir kez daha görüyoruz.

Kültürü ve kültür politikasını şu şekilde ele almalıyız: Elimde olsa, bütün zeytin alanlarını Kültür Bakanlığı’na bağlarım. Çünkü zeytin bir kültürdür. Evet, bir tarım ürünüdür. Ama tarım ürünü dediğiniz zaman, tarımın bütün alanları kültürdür. Yani siz tarımı kültür politikasından uzak bir şekilde ele alamazsınız. Bu şekilde alındığı için bugün zaten tarımla uğraşan insanlarımız ya da hayvancılıkla uğraşan insanlarımız perişan hâlde. Bu bir kültürsüzleşme. Çünkü dedim ya, kültür, insanın doğayla olan ilişkisi ve ürettikleridir.

Sen şu an ülkende çiftçilerin ya da hayvancılıkla uğraşanların sorunlarına çare bulmuyorsan, çözüm aramıyorsan, bir kültürü yok ediyorsun demektir bu. Ya da kendi ülkendeki o zengin endemik bitki yapısından ilaç üretmiyorsan, ilaçlarını, beslenmek için gerekli olan topraktan elde ettiği ürünleri ya da hayvan etini dışarıdan alıyorsan, başka bir kültürden satın alıyorsan, sen özgür ve bağımsız bir ülke olamazsın.

Kültür kavramına çok daha farklı ve geniş bir açı getirdiğime inanıyorum ben. Ve bunu sadece ben değil, Kültür Bakanlığı da yakın bir tarihte, gelecekte bu şekilde kurgulamalı.

“Eşkıyası bile öğretmene ve öğrenciye değer veren bir halk ancak Kurtuluş Savaşı’nı yapabilirdi,” diyorsunuz. Peki, eşkıya denilenler o yıllarda bu anlayışa nereden sahip olmuşlardır? Eğitimin önemini nasıl anlamışlardır?

Kurtuluş Savaşı’na kadar gitmeyi bırakıp kendi yaşadığım dönemden bir örnek vereyim. Örneğin, bin dokuz yüz yetmişli yıllarda mafya dediğimiz suç örgütleri vardı ülkemizde. Ancak bu çetelerde bile bir adalet kavramı vardı.

 Örneğin, çocuklarını ve ailelerini asla bu işe bulaştırmıyorlardı. Yani kötülüğün bile kendi içinde bir hukuku vardı. Bugün bunu göremiyoruz. Hani “Her kötü insanın içinde gizli kalmış bir insan vardır,” denir ya, bu geçmişte kaldı.

Kurtuluş Savaşı’na gittiğimizde ise, Anadolu’da eşkıyaların yol kestiği, parasını ve malını almak için durdurduğu bir kervanın öğrenciler ve öğretmenler olduğunu görünce, yüzlerin nasıl kızardığını görüyoruz. Bunu somut belgelerle yazdım kitabımda; okurlarım görecektir. İşte, bir suç örgütünde bile öğretmene ve öğrenciye karşı bir saygı olduğunu görüyoruz Anadolu’da. Kültürün içinde suç kavramının bile yozlaştığını gözlemliyoruz.

İstanbul’un bin dokuz yüzlü işgal döneminde, işgal güçlerine karşı direnenlerin kabadayılar olduğunu görüyoruz. Bunlar kabadayılar; ama onlarda da bir vatan sevgisi var. Su krizinden bahsediyoruz; dünyanın su kaynaklarının tükendiğinden. Bu tükenmişlik sadece doğada değil, doğanın içinde yaşayan insanların değerlerinde de apaçık ortada.

Kitaba adını veren koyu mavi memleket kumaşından elbise giyen Hatı Çırpan, beni en çok etkileyen hikâyelerden biri oldu. Okuma yazma bilmeyen bir köylü kadının milletvekilliğine giden yolu nasıl açılmıştır?

Şunu bilmeliyiz ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden biri, kız çocuklarının eğitim hakkıdır. Elbette ki Cumhuriyet’ten önce bu konuda İstanbul’da, dönemin ilerici, çağdaş, devrimci aydınları tarafından verilen bir mücadele vardı. Zaten Anadolu’ya geçip Kurtuluş Savaşı’na destek verenler de o aydınlar olmuştur. Ama gerçek anlamıyla kız çocukları ülkemizde Cumhuriyet ile eğitim hakkına kavuşmuştur. Kız çocukları okutulsun diye Türkiye’nin pek çok yerinde okullar açılmıştır.

Hatı Çırpan’ın öyküsü, Cumhuriyet’in kadına verdiği değerin bir anlatımıdır. Tabii Anadolu kültürünü unutmuyorum; bir Anadolu kadını var karşımızda. Anadolu’yu burada çok önemsiyorum. Çünkü biz hep ilerlemişlik ve çağdaşlık denilince aklımıza İstanbul gelir. Evet, İstanbul gerçekten tarihimizde en önemli, çağdaşlaşmanın ve ilerlemenin kenti olan, düşünsel hareketlerin üretildiği bir yer. Ama İstanbul’a bu değerleri kazandıran hep Anadolu olmuştur. İstanbul’un tarihteki kültürel mirası, zenginliği Anadolu’nun birikimidir. Örneğin, ilk bilim dönüşümünü gerçekleştiren Mehmet Münif Gazianteplidir. Daha pek çok örnek verebiliriz.

Hatı Çırpan da bir Anadolu kadınıdır ve Mustafa Kemal Atatürk ile yolları kesişiyor; milletvekili oluyor. Onun meclisteki katılımını anlatan çok eski bir gazete kupüründe “Üstünde koyu mavi bir memleket kumaşı vardı” diye bir tanımlama okudum. Bu da beni çok etkiledi; çok şiirsel, çok lirik bir anlatımdı.

Hatı Çırpan’ın en önemli özelliği, bir gün Ulus’taki bir tiyatroya gittiği gecedir. O gün tiyatro seyretmeye gidiyor. Kapıda kalabalıkla karşılaşıyor. İnsanlar tiyatro kapısında birikmiş ama içeri giremiyor. Hatı Çırpan görevliye soruyor: “Neden bu insanları içeri almıyorsunuz?” Görevli, “Efendim, bu gece gösteri sadece milletvekilleri için,” diyor. Hatı Hanım ise şu karşılığı veriyor: “Kapıları açın, insanları içeri alın. Asıl olan onlardır, biz vekiliz.” Bu da işte Anadolu kadınının kalbinin yüceliğini, büyüklüğünü anlatan bir hikâye.

Şairler, yazarlar ve ressamlar… İsimlerini bilsek de hayatlarına dair bilmediğimiz şeyler anlatıyorsunuz kitabınızda. Türkiye’nin kültür mirası sayılacak bu kişileri seçerken kriterleriniz neydi?

Bilginin ışığını karanlığa taşıyan elleri anlatıyorum ben. Bu insanların avuçlarında, geleceğimizi daha güzel, daha aydınlık kılan bir ışık var mı? O ışığı taşıyan elleri anlatıyorum. Çünkü aslında o ışık, kendisidir. Anlattığım insanlar üzerinden hep daha ileriye taşınan değerler var. Nedir bunlar? Eşitlik, adalet, insan hakları, demokrasi, barış… Bu değerlerin yücelmesi ve yükselmesine katkıda bulunan insanları hep anlatıyorum. Bunlar kimi zaman sanatçılardır, kimi zaman bilim insanları, kimi zaman devrimciler. Ama aslında anlattığım tek bir ışık: Yüzyıllar geçse de hep elden ele taşınan, insanlığın geleceğini aydınlatan ışıktır. Benim anlattığım odur.