İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü tamamladı. Öğrencilik yıllarında kısa öyküler yazmaya başladı ve guaj ile karışık teknik üzerine resim çalışmaları yaptı. Eserleri, dönemin Maya Sanat Galerisi tarafından kabul edildi.

Mesleki kariyerine Şişecam, Elginkan Holding ve Sabancı Holding gibi önde gelen holdinglerde finans ve bütçe alanlarında devam etti. Bu süreçte İstasyon Sanat Merkezi’nde atölye dersleri aldı. 2015 yılında kurumsal hayatı sonlandırarak yönetim danışmanlığı yaptı. Aynı dönemde Londra Bricklane Gallery’de tuval üzerine akrilik teknikle yaptığı eserlerini sergiledi.

Sanatsal çalışmalarını tasarım alanına yönlendiren sanatçı, mobilya, mücevher, kent mobilyaları ve günlük kullanım objeleriyle sanatı birleştiren tasarımlar geliştirdi. İstanbul Tasarım Bienali için terkedilmiş bir köyün yeniden canlandırılması üzerine bir proje hazırladı.

2025 yılında İstanbul Kültür Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Disiplinlerarası sanat, mimarlık, şehir ve sanat ilişkisi, mitoloji, kültürlerarası sanat ve tasarım gibi alanlarda çalışmalar yapmaktadır. Sanat ve disiplinlerarası sanat üzerine yazılar yazmakta, yaratıcı çalışmalarını kamusal alan sanat projeleri ve disiplinlerarası tasarım odaklı olarak sürdürmektedir.

Çağdaş sanatın, sanat algımızı yeniden şekillendirdiği günümüzde, sanatın kapsayıcı bünyesi çok sesli bir yapı içinde farklı ifade şekilleri yaratabiliyor. Bu yaklaşım, toplumsal yaşantının karmaşıklığı içinde bireyin kendini tanıması, bulunduğu çevre ile ilişkisini tanımlaması için de önemlidir… Bu nedenle sanat, bütün ifade yollarıyla günümüzün çağdaş toplumunda varlığını sürdürme motivasyonunu taşıyor. Bu aşamada sanatın ortaya konulması, sanatın organizasyonu, kavramsallaştırılması gibi çok boyutlu bir ifade yolu gerektiriyor. 

 

Bu yazı, Mayıs ayında gerçekleşen Reyhan Uludağ Eraslan’ın “Bana Çizgini Anlat” sergi etkinliği bünyesinde gerçekleşen, küratörlüğünü, metin yazarlığını ve video-art çalışmasını Mojgan Dolatabadi’nin yaptığı, performansını Ozan Fırat’ın gerçekleştirdiği “Rüzgârda Kaybolmuş İnsancıklar” performansını disiplinlerarası sanat, sanat-toplum-birey açısından okumayı hedefliyor.

İKİ YÖNLÜ AKTARIM

Rüzgârda Kaybolmuş İnsancıklar bir sanatsal etkinlik olarak iki yenilik deniyor: küratöryel çalışmanın kendisinin sanat çalışmasına dönüşmesi, bir sanatçının vizyonunun başka sanatçılar tarafından yeniden tanımlanması…

İlk olarak, performans küratöryel anlamda bir yenilik getiriyor. Reyhan Uludağ Eraslan’ın eserlerinde yer alan kent-birey bağlantısı, bir sergilenme etkinliği dışında, izleyicinin sanatçının eserleri ile olan bağı daha yakından kurabilmesi için başlı başına bir sanatsal çalışma olarak ele alınıyor. İzleyiciler sanatçının dünyasına başka bir sanatsal kapıdan girerek onu bir kez daha tanıyor ve içselleştiriyor.

İkinci olarak, başlı başına bir sanatsal yaratma; sanatın disiplinlerarası bir yansıması olarak performans, fotoğraf, video-art ve enstalasyonu şiirsel bir aktarımla bir araya getiriyor.
Böylece izleyici, sadece sanatçının eserlerini izlemekle kalmıyor, doğrudan bu anlatımın içine üç boyutlu bir biçimde giriyor.

Rüzgârda Kaybolmuş İnsancıklar, küratöryel çalışmalara geniş bir bakış açısı getiren bir çalışma. Küratörlüğün kendisinin başlı başına bir sanatsal çalışmaya dönüşmesinin bir göstergesi. Çağdaş sanatta küratörlüğü yeniden tanımlamaya yöneltiyor. Bunu yaparken Mojgan Dolatabadi, öncelikle sanatçının dünyasını anlamaya odaklanıyor. Burada yakaladığı katmanlardan teker teker tırmanarak sanatçının içsel evrenine giriyor ve son olarak bu evreni kendi iç evreni ile birleştirerek başka bir ağızdan aynı söylemi seslendiriyor.

İşte performansın çok boyutluluğu burada başlıyor! Bu evrenin özünü bozmadan yeniden nasıl yaratılacağı…

Burada bir sanatçıya bir sanatçı olarak yaklaşıyor ve kent-birey ilişkisine son derece öznel, içsel ve içten bir yaklaşım, bir yorum getiriyor.

Farklı zamanlarda kendi çektiği fotoğrafları bir video-art’a dönüştürüyor (bu fotoğraflar başlı başına kent-birey ilişkisini tanımlıyor). Ardından Reyhan Uludağ Eraslan’ın eserlerinde kullandığı “insancıklar” adını verdiği üç boyutlu pleksiglas objeleri galeri mekânındaki bir nişe yerleştiriyor. Son olarak performans sanatçısı, arka plandaki video-art önünde ve “insancıklar” yerleştirmesinin altında performansını sunuyor. Böylece Eraslan’ın sanatsal aktarımı özünü kaybetmeden yeni bir sanatsal aktarıma dönüşüyor.

KİM BU İNSANCIKLAR? RÜZGÂR, KENT, TOHUM

Mojgan Dolatabadi aynı zamanda bir fotoğraf sanatçısı. Bu nedenle onun bu sanatsal aktarımını anlamak için dünyaya “vizörün arkası”ndan nasıl baktığına kısaca değinmek yerinde olacaktır.

Bu bakış, temel olarak doğa ve insan arasındaki ilişkiye “şiirsel” bir perspektif. Her gün bin türlü sorunla karşılaştığımız kalabalık kentlerimizde, ıssız uçsuz bucaksız doğal mekânlarda, iç mekânın ortasında ya da doğrudan insanın kendisinde doğanın izlerini sürüyor. Ona meraklı ve masumca sorular soruyor. Bizi bu ilişki içinde çocukluk anılarından, dar alanlara sıkıştırılmış mevsimsel döngülerin izlerine, doğup büyüdüğü toprakların masalsı izleklerine, kentlere, o kenti insanlarla birlikte paylaşmak durumunda kalmış başka canlılara götürüyor. Kıyıda köşede kalmış olanı alçakgönüllülüğün kırılganlığı içinde yüksek bir kaideye koyuyor.

Bu çalışmada yer alan fotoğraflar; insan, onun yarattığı medeniyetin tüm yönleri ile yansıtıldığı kentler, doğa ve birey üzerinden özel bir seçki oluşturuyor.

Çalışmanın temel olarak bu fotoğraflardan oluşan video kısmında fotoğraflar “zaman” içine sığdırılıyor. Burada zamanı imgesel olarak bize, kesilmiş görüntüleri dardan genişe doğru açarak, siyah-beyaz anların içine sıkıştırarak “sözde bir dinamizm” içinde sunuyor. Bu “sözde dinamizm” Reyhan Uludağ Eraslan’ın “insancıklar”ında da var olan, aslında gerçekte hiçbir akışın olmadığı, gidilecek bir yerin olmadığı, başıboş bir dinamizm. İşte “Rüzgârda Kaybolmuş İnsancıklar” bu insancıklar.

Bireyin önemsizleştiği, kalabalık içinde bir sayıya dönüştüğü; öte yandan tüm sorumluluğun yine birey üzerine yüklendiği, bu nedenle de bireyin aslında “görünmez” olduğu; buna rağmen sürekli kendini tanımlama çabası içinde “görünür” olmaya çalıştığı günümüz kentleri içinde, sıkıştırılmış mekân ve zamanda var olmaya çalışan insancıklar…

Video bu sözde dinamik zamanı adeta birey gözünden algılar gibi gösteriyor bize. Bunu yaparken bir anlık farkındalık içinde “yaşamın gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geçmesi” metaforuna ironik bir vurgu yapıyor. Bu algı, videoya eşlik eden tekdüze, bir kardiyo cihazındaki sinyal sesine benzeyen sesle veriliyor. İzleyicinin izlediği filmlerden, bizzat hastane deneyiminden son derece aşina olduğu “can çekişme”nin sesi.

O halde toparlarsak: Video, kent-birey-doğa ilişkisine şiirsel bir dille çekilmiş fotoğrafların, kent içinde doğadan koparılmış insanın sentetik bir zaman algısı içinde can çekişmesine ironik atıflar yaparak izleyiciyi performansın gerçekleşeceği atmosfere çekiyor.
Atmosferin Reyhan Uludağ Eraslan’ın eserleri ile olan ortak imgesel bağlantısı, videonun yansıtıldığı nişe asılmış, dağınık ve koşuşturma içindeki insancıklar ile verilmeye çalışılmış. Ancak bu insancıkların bir canlıya dönüşmesi gerekiyor. Yani “nefes almaya çalışan” insancıklara.

İşte şimdi performans devreye girmeye başlıyor:
Performans tek kişilik ve toplam 5-6 dakikalık. Arka planda videonun oynadığı dar nişin üzerindeki cansız insancıkların, bir tek kişide yansıması olan performans sanatçısı, yukarıda asılmış insancıklara benzer halde “kişiliksizleştirilerek” baştan aşağı siyah giyinmiş, siyah bir maske takıyor. Böylece artık savrulan insancığı kanlı canlı bir birey olarak algılayıp, onunla doğrudan bir bağ kurabiliyoruz.

O hâlde, rüzgârda savrulacak insancığımız ve onun savrulacağı ortam hazır!
Birey olma özelliğini kaybetmiş insancık yerde uzanıyor. “Sözde devinim”den yorulmuş belki de…

Asla açamayacağı, kendinden daha belirgin bir renkle yani kırmızı ile temsil edilen kentin kesici ve can acıtıcı bağlarıyla bağlı olduğunu görüyoruz. Bu bağlar, bireyin kenti algılayışı açısından Reyhan Uludağ Eraslan’ın çizgiselliğine de bir gönderme yapıyor. Böylece yine Dolatabadi, küratörlüğünü yaptığı sanatçıya bir göz kırpma gönderiyor. İplerle bağlı, yılgın insancık, video ilerlerken yavaş yavaş uyanışa geçiyor. Sözde devinimden farkındalık içinde… Ama hâlâ yılgın bir devinim bu.

Bu aşamada Eraslan’ın söylemine bir yorum aşamasına geçiyoruz. Bu yorum; belki de can çekişen ve rüzgârda savrulan insancığımızın bağlarından kopabileceği ve belki de birey olarak nefes alıp yaşama dönebileceği, bireyselliğini tanımlayabileceği bir umuda doğru yönlendiriyor izleyiciyi.

Performans ilerlerken bu çaba etkin bir şekilde, heyecan verici bir açılımla sona yaklaşıyor. Burada düğümler hem gerçek anlamda hem sembolik anlamda çözülüyor. Arka plandaki video renklenerek doğal unsurlara dönüşüyor, birey doğa ile özgürleşiyor, nefes alıp canlanıyor. Bu canlanışın bir adağı, geleceğe yönelik bir mirası olarak çantasındaki tohumları serpiyor.

GERİYE KALAN

Aslında Mojgan Dolatabadi, bir küratörün sanatçı ile olan bağını bu çalışma ile organik bir hâle getiriyor. Onun sanatını anladığı gibi, bu sanatı kendince yeni bir sanatsal aktarımla yorumluyor.

Bizler, izleyici olarak sanatın kapsayıcı evrenine; sanatçı, küratör, izleyici olarak ayrı ayrı katmanlarda değil, ortak bir düzlemde giriyoruz. Bu ortaklığa resim, enstalasyon, küratörlük, fotoğraf, video ve performans gibi farklı disiplinler de eşlik ediyor. Böylece üst üste değil, birbirine geçen bir sanatsal anlatıma ulaşılmış oluyor.

Bu çalışma, çağdaş sanatın tükenmiş gibi görünen olanaklarının aslında hâlâ var olduğunu; bunu da sanatçılar, sanatseverler, küratörler ve sanat kurumları olarak yeniden ve hep birlikte nasıl keşfedebileceğimizi göstermesi açısından çok değerli bir fikir veriyor.

Performans, yeni yorumlarıyla birlikte yakın zamanda Tahran’da sergilenmeye hazırlanıyor ve farklı kentlerde, kentlere ait ortak izlenimlerle seyirciyle buluşmayı bekliyor.