Tüm zamanların en yıkıcı felaketine tanık oluyoruz büyük ekranda. Dünya genelinde internet ortadan kayboluyor, Kaliforniya denize gömülüyor, Almanya’da bir yanardağ patlıyor, dünyada orman yangınları ve depremler peşi sıra geliyor, insanlar büyük bir umutsuzluk içinde intihar ediyor. Doğanın çöküşüyle birlikte insanlık karanlık sonuna hazırlanıyor. Bütün bunlar olurken her sokak köşesinde, billboardlarda, hatta pencerelerde Chuck denen birinin reklamları hep aynı coşkulu sloganla beliriveriyor: “39 Harika Sene! Teşekkürler Chuck!” Ancak işin tuhaf yanı, Chuck’ı kimse tanımıyor.
Chuck’ın Hayatı (The Life of Chuck), çağdaş korku sinemasıyla ünlü yönetmen Mike Flanagan’ın Stephen King’in bir kısa öyküsünden sinemaya uyarlayarak çektiği son filmi. Ancak Flanagan’ın diğer tüm eserlerinde olduğu gibi korku türünden gittiğini sanan hayranları bu filmle düşkırıklığına uğrayabilir. Chuck’ın Hayatı sakin anlatımıyla, felsefi dokunuşlarıyla aslında fantastik bir dram. Başrollerde muhteşem oyunuyla Tom Hiddleston ve ona eşlik eden Karen Gillan ile Chiwetel Ejiofor gibi iddialı isimler yer alıyor.
Chuck’ın Hayatı, üç perdede ancak sondan başa doğru anlatılıyor. Nasıl dünyanın sonuna doğru ilerlediğimizi, olay örgüsü ilerledikçe ve Chuck’ı tanıdıkça anlamaya başlıyoruz. İlk perdenin sonunda bir muhasebeci olan Chuck’ın kanserden ölmekte olduğunu öğreniyoruz. İkinci perdede Chuck’ın sağlıklı olduğu bir günün sabahında, kalabalık bir kasaba meydanında davul çalan bir sokak çalgıcısı eşliğindeki spontan gelişen dansı ise şimdiden akıllara kazınmaya aday. Chuck’ın tamamen kendini ritme bıraktığı bu dans sahnesini Mads Mikkelsen’ın Körkütük (Another Round) filmindeki dansına benzetmek mümkün. Bu noktadan sonra üçüncü ve son perdelerde kronolojik olarak geriye giderek Chuck’ın çocukluğunu ve gençlik yıllarını, onu büyükanne ve büyükbabasının nasıl yetiştirdiğini izleriz ve büyükannesinin ona nasıl dans etmeyi öğrettiğini de öğreniriz.
Son perdede çocukluktan gençliğe geçiş teması eşliğinde bir perili ev hikâyesi de sunulur. Çözülmeyi bekleyen gizem, aslında Chuck’ın yaşamı ve dünyanın sonu arasındaki bağlantıyı da kuracaktır. Stephen King, işin özünde her insanın kendi içinde kocaman bir evren olduğuna vurgu yapar. Filmin başında (benim de kişisel olarak en sevdiğim şiirlerinden olan) şair Walt Whitman’ın Kendimin Şarkısı’nda yazdığı “Ben büyüğüm, içimde çokluk var” (I am large, I contain multitudes) dizelerine atıf yapılması rastlantı değildir.
Gezegende insanın varoluşunu tanımlama çabasıyla film şiirsel bir bilimkurguya dönüşür. Sıradan görünen 39 yıllık hayatın sonuna nasıl gelindiğini; anıların, aşkların, tutkuların tıpkı koca evrendeki yıldızlar misali birer birer sönmesi gibi yitip gittiğini görürüz. Chuck’ın Hayatı, görsel çekiciliği, melankolik anlatımı ve yüksek oyunculuk düzeyiyle küresel vahşet içindeki tekil yalnızlığımıza kafa yormak isteyenlere önerebileceğim bir film. Korkmak isteyenler ise Flanagan’ın diğer Stephen King uyarlamalarını bekleyecekler gibi görünüyor.