İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Duruşması varmış Kızlanlı İsmet Bey’in. İlçeye, mahkemeye gidecekmiş. Canı sıkkın, içi buruktu buruk olmasına da, söz el emeği göz nuru bademlerinden açılınca, şimdilerde kuruyan ama o zamanlar şarıl şarıl akan sular durulurdu.

“Nurlu badem dedikleri badem bitiyor,” dedi İsmet Bey. “Bu son…”

“Bir dahaki pazara bizim bademler çıkacak tezgâha.
Ben onu severim, makbul olan da odur benim için.”

“Nurlu badem niye pahalı peki?” diye sordu beriki.

“İridir taneler ya, göz doldurur. Bizim millet de büyük olanı, gösterişli olanı makbul sayar. Başka da hiçbir özelliği, matahı yoktur. Asıl badem dediğimiz ‘Küçük Badem’ lezzetlidir, değerlidir, toktur, çeşnilidir amma küçüktür. Küçüktür, göz doldurmaz, ufaktır diye itibar etmezler; ille iri, goca taneliyi sayarlar. Nurlu badem de, nurlu nadem derler.”

Dudak büktü; ağzının iki yanında beliren kırışıklıklarla birlikte yandaki altın dişleri göründü, tezgâhının gerisinde dimdik duran İsmet Bey’in.

Oraların en bilge kişilerindendi çiftçi İsmet Bey. Upuzun boyu, incecik bedeniyle uyumlu, yumuşacık ses tonuyla konuşurdu; toprakla doğmuş, toprakla hâl-hamur olmuş adam. Dingin hâli, karşısındakinde yatıştırıcı etki yapardı. Sözü hep doluydu, boş konuşup gevezelik yaptığı görülmemişti.

“Ya kabuğu fıstık gibi kırılıp içi yenen badem?” diye sordu.

“Ah, ona Fıstık Bademi deriz de Malaç’lar bırakmazlar ki onları.”

Durakladı. Karşısındakinin “Malaç ne ki?” diye bakan gözlerini okudu.

“Ala karga da der buralılar,” der demez, anlayıvermişti yarımada kargasından söz ettiğini İsmet Bey’in. Sesleri etlerinden et kopuyormuşçasına, en tizinden ciyak ciyaktı ama kendileri rengârenk tüyleriyle şaşırtıcı bir güzellikteydiler. Doğanın mucizeleri işte, der gibi başını salladı.

“Ne, ne, ne?.. Ne denir buranın kargasına?” diye üsteleyince, görmüş geçirmiş çiftçi, utangaçça “Malaç”ı yeniden söyleyip gevrek gevrek gülmüştü; kendisinin yerli, karşısındakinin konar-göçer olmasının üstünlüğünü kazanmışçasına.

İsmet Bey’den selamı sabahı almak demek, ekin tutmayı, hasadı, bereketi öğrenmek, börtü böcekle yarenlik etmek demekti.

…….

Yılan görmüştü bir keresinde bahçesinde ansızın. Akıp gitmişti kahverenginden siyaha. İnce ama uzuncaydı. Göz açıp kapayıncaya kadar, paspasın önünden toprağa sayısız “S” çizerek akıvermiş, yok olmuştu başkaları gelene kadar.

Gece gözüne uyku girmemiş, sabah olur olmaz soluğu pazarda almış, İsmet Bey’e sormuştu.

Bilge çiftçi, tahta tezgâhına kalın, nasırlaşmış parmaklı avuçlarını dayayıp omuzlarını yükseltmiş, cılız bedenine vakar katan duruşuyla boynunu hafifçe gövdesine çekip başını öne eğerek, çok bildiği sınav sorusuna rahat yanıt vereceği önceden belli öğrenci hâliyle:

“Sizin sonradan dökme fabrika taşlarınıza gelmez yılan. Pulu, tutunacak pürüz, tümsek arar. Bulamazsa ilerleyemez, akamaz üstünde.” demişti, korkusunu ve kaygısını boşa çıkararak.

Yeşilli, allı basma şeritleriyle bağlayıp, elde dikilmiş tohum torbalarına doldurup getirdiği adaçayı ve defne demetlerini; börtü böceği kaçırarak, düşüncelerini, deneyimlerini ve bilgisini önemseyip ona getirmişti.

…..

Vakit akşamüstüydü. Kayrak taşlı terasında, göz gözü görmeyen dumanın içinden çaresizce başını yukarı kaldırmış, dönen siyahlıkların içindeki şekillerden anlam çıkarmaya çalışıyordu.

Bedeni paramparçaydı sanki. Düşünemiyor, konuşamıyor, çığlık atamıyor, sadece bakıyordu.

Çamlarla birlikte bademlikler de yanıyordu. Evine pervasızca girdiği için korkup kızdığı yılan da, çatlak sesli güzelim Malaç da…

Ya zeytinler…

İsmet Bey geldi aklına ansızın. Gözlerinin önünde dönen duman yumaklarının arasında onun yüzü belirdi.

Başında siperli, güneşten solmuş köylü kasketi, kolları dirseklerine kadar katlanmış kareli gömleğiyle tezgâhına dayanmış, başını sallıyordu iki yana.

Gözlerinde umarsız acı, yüzünde reçine isinin yağlı karası… “Mahkemem var!” diyordu.

“Ağaçlarım, ekinlerim, bağım bahçem yandığı için dumandan rahatsız olanlar beni, bizi dava etmişler.
Havalarını kirletmişiz, cezalandırılmalıymışız!”

Duman daha da koyulaştı, hırçınlığı kara deliğin yerini almışçasına girdabında önüne geleni yutmaya çalışıyordu.

Bir soluk üflendi sanki. Bir silüet daha belirdi, netleşti, ete kemiğe bürünüp yaklaştı.

Yücel Sönmez’di o. Kaşı gözü yerinde, kara yağız delikanlı Yücel, daha geçenlerde ölümün heybesine bir çevre eylemi gününün sonunda, yorgun, yatağında uyuyorken girivermişti ansızın, haksızca.

Bıkmadan usanmadan “Yeryüzü Güncesi”ni anlatırdı radyonun mikrofonlarından, gazete sayfalarından. Bu toprakları karış karış adımlayıp göllerin, derelerin, dağların, tepelerin masallarını tatlı, yumuşacık sesiyle anlatır da anlatırdı.

Doğa için direnenlerin Yücel’iydi o. Yaren Leylek onsuz gelmezdi balıkçının kayığına her ilkbahar. Yavuklusuna ta uzaklardan topladığı otlarını getiremez, yuvasını yaptıramazdı. Yangının hercümercinde yeniden bedenlenen de oydu işte.

Kulaklarımıza eğilip diyordu ki:

“Mahkememiz var ama… Yaşasın yeryüzü direnişi!”