Akşamüstü güneşi, tül perdenin deliklerinden içeriye usul usul süzülüyordu. Sanki her bir delik kendi içinde başka bir sır saklıyor, ışık parçaları birleşerek odanın karanlığına karşı bir desen çiziyordu. Ben, bu ışıkların arasında kaybolmuş, zihnimin darmadağın düşüncelerinde debeleniyordum. Düşüncelerim, birbirine çarpan ama nedense bir türlü birleşemeyen gölgeler gibiydi. Tam o sırada, birden, babamın sesi, karanlığı yaran o ince ışık süzmeleri gibi, bütün düşüncelerimi dağıttı.
“Biliyor musun Zeynep!” dedi.
Birden irkildim. Sanki yüreğimden yakalanmıştım.
“Neyi, baba?” dedim.
“Sen beş yaşındaydın. Lunaparka gitmiştik. Orada, hemen yanı başında büyük bir gelinlikçi dükkânı vardı. Sen… sen o küçük hâlinle, vitrine bakakalmıştın. Her gelinliği tek tek gösteriyor, ‘Baba, ne kadar güzel, değil mi?’ diyordun. Ve ben… sana hiçbir şey alamadım. Paramız yoktu. Sana sevinç veremedim. Hâlâ içimde bir yaradır, o günün çaresizliği… İçimde taşıdığım en ağır yüktür.”
Bütün ev, babamın sözleriyle ağırlaştı. Sesi titriyordu, yüreğim daraldı. Yutkundum. O an, kelimeler boğazımda düğümlendi. Ne diyeceğini bilemeyen bir çocuk gibi çaresizdim. Kendimi toparlayıp güçlüymüşüm gibi konuştum:
“Babacığım, bunlar önemsiz şeyler. Ah, neleri dert ediyorsun! Tek mutluluğum senin sağlığın, iyi olman. Geçmişin acılarını hatırlayıp kendini üzmeni istemem. Sen çarçabuk iyileşmene bak. Daha birlikte yapacağımız yolculuklarımız var. Onları düşünelim, hayalini kuralım, olur mu? Lütfen, gülümse bana babacığım…”
Babam, gülümsemeye çalıştı. Elimi sevgiyle tuttu, sıktı. O sevecen sıcaklık oradaydı, ama gözlerinde… evet, gözlerinde sönmeye yüz tutmuş, vedaya hazırlanmış bir ışık vardı. Bütün yaşamını bilen, üç gün sonra biteceğini de bilen ama bunu yalnız kendine saklayan bir bakış. O an göz göze geldik. Benim bilmediğim bir hakikati biliyordu. Ben ise o anın ağırlığını anlayamadan gözlerine mıhlanıp kalmıştım. Üç gün sonrasını bilmeden…
Üç gün sonra… Hayatın daha önce bana hiç bilmediğim bir dille seslendiğini gördüm. O dilde, o boşluğun içerisinde dolanan tek kelime vardı: ölüm! Ve o kelime, nereye gitsem yüzüme çarpıyordu; mutfakta, odamda, sokakta, rüyalarımda, yüreğimde, her yerde. Ölüm, şimdi benimleydi. Bedenim her geçen gün benim bildiğim, kimsenin bilmediği ve görmediği bir kambura dönüştü. Hayatımda ilk kez bir kamburun içinde bilinmeyen kelimelerin varlığını gördüm. Onların dili bedenimde dinmeyen bir sızıydı.
Bir insanın hayatı kaç bölüme ayrılır? Benimki şimdilik ikiye ayrıldı. Diğer bölümlerimi bilmiyorum, öğreneceğim: Bilinmezlik. Hayatımın ilk bölümü bir fanusun içinde geçen bilinmezlikti. İkincisi ise yeni başlıyor, ölümün diline uyanmak… Ötesi yoktu. Belki olacaktır; ama bilinmezliktir onun adı. Yaşamımda ağırlığını hissettiğim fakat kavramlarını henüz idrak edemediğim bir döneme giriş yaptım. Yüreğimin ve aklımın peşine takılıyor, yabancısı olduğum yeni yaşamımı sorgulayıp öğrenmeye çalışıyorum. Ayakta durmanın incelikli sırlarını düştükçe keşfediyorum. Babam hep güçlü olmamı arzulardı. Fakat düşerken nasıl kalkacağımı hiç söyleyememişti. Belki de hayatın en gizli sırrını, kendi hikâyemin içinde öğrenmemi istemişti. Ama şimdi düşünüyorum: Eğer hayat beni yalnızca kambur bırakıyorsa, yükleriyle cezalandırıyorsa bunun adı güç müdür? Yoksa cezalandırma mı? Yabancısı olduğum duyguları ve yaşamımı sorguluyorum. Gerçeklik ve hakikat nedir? Bilinmeyenin verdiği saf duygu ve düşünceler, gerçeklikle çatışmak için zamanını bekliyordu. Bir doğum sancısı gibi… Sen ise idrak etmeye çalıştığım gerçekle ve hakikati sırtıma kambur olarak cezalandırdın. Bilmediğim, henüz sorgulayıp keşfetmediğim yükleri bıraktın. Ben ise senin biricik, tek göz ağrın, minik serçen değil miydim?
Aradan birkaç yıl geçti… Uzun zamandır gerçekleştiremediğimiz yolculuğumuzu bugün yaptığımız için heyecanlıydım. İçimdeki hakikat duygusuyla senin gözünün değdiği yerlere bakıyor; seni düşünüyor ve konuşuyordum. Otobüste yan koltukta oturan kadın, onunla konuştuğumu düşünerek sürekli yanıt vermeye çalışıyordu. “Babamla konuşuyorum,” dediğimde şaşkın bir şekilde sanki bir deliymişim gibi baktı. Her defasında seninle olan konuşmalarımı böldüğü için ben de sinirlendim. Fakat nezaketimi de bozmamaya çalıştım. Meraklı tavırlarıyla konuşmalarımı kesmeye devam etti, kiminle konuştuğumu sorgulamaya çalıştı. Artık çok sinirlenip sert bir ses tonuyla kendisine son kez yanıt verdim:
“Sizinle konuşmuyorum. Babamla konuşuyorum, beni rahatsız etmeyin lütfen!”
Kadın şaşkınlıkla gözlerini açtı, ağzından belli belirsiz bir “Malaka!” sözü döküldü, suratını sağa çevirdi, yol boyunca gidene kadar bir daha cam tarafına bakmadı. Rahatlamıştım, kadın artık susmuştu. Babamla kaldığım yerden konuşmaya devam ediyordum, keyfim yerindeydi.
Otobüs Yunanistan yollarında ilerliyordu. Babam bana yol üstünde geçtiğimiz köyleri tek tek gösteriyordu. Merak ve heyecanla kulak kesilmiştim; bu ülkeyle olan bağını, küçükken bana hep bir masalmış duygusu veren hikâyelerini dinliyordum yeniden. Lamia’dan geçerken, yol üstünde bir sürü zeytin ağacı vardı, “Zeytin ağacı küllerinden yeniden doğar hem bir efsane hem de gerçektir,” dedi. O an içimde bir ürperti hissettim. Onun sesiyle birlikte, yolun kıvrımlarında hakikatle masalın birbirine karıştığını duyumsadım. Tıpkı babamın yaşamı gibi. Evet, belki de hakikat, ölümden sonra yeniden doğuştu. Belki de kamburum, yeniden doğuşun sancısıydı. Ama soruyorum: Ölümden sonra yeniden doğuş varsa, bu dünyadaki acının anlamı nedir? Tanrı bizden ne istiyor? Babamın bakışıyla göz göze geldiğim o anın anlamı neydi? Bir baba, kızına hiçbir şey verememiş olmanın acısıyla ölüme giderken, geriye ne bırakır? Sadece bir kambur mu? Yoksa hakikatin kendisini mi? Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Biz, birbirimizin hikâyesiydik ve bu hikâye de ölümle bitmeyecek. Çünkü ölüm, yalnızca bir perde; arkasında saklı olan hakikat, belki de yeniden doğan zeytin ağacı kadar sessiz, ama o kadar da ısrarlı.
Atina seyahati su gibi akıp geçen beş günün içine sığdı; belki de zaman, o günlerde, kendisini unutturacak kadar ince ve saydam bir akışla yanımızdan geçti gitti. Babamın sevdiği sokaklara uğradık, eski dostlarının yüzlerini gördük, bir kahve fincanının içinde biriktirilen hatıraların ağırlığını taşıdık. Ano Petralona’ya vardığımızda günün ışığı yavaş yavaş akşamın içine karışıyordu; küçük, tatlı bir mekâna oturduk. Önümüze konan yemekler lezzetliydi ama asıl doyuran, babamla yan yana oturmuş olmanın kendisiydi. İkimiz de dönmek istemiyorduk. O sırada, yabancı bir adam ağır adımlarla masamıza yaklaştı. Yüzünde tuhaf bir merakla karışık endişe vardı.
“Üç saattir konuşuyorsunuz,” dedi, “Ama karşınızda kimse yok. İyi misiniz? Sizin için yapabileceğimiz bir şey var mı?”
Donup kaldım bir an. Sonra, “Babamla konuşuyorum,” dedim.
Adam, yüzünde hafif bir gülümsemeyle şaşkınlığını gizlemeye çalıştı.
“Ama biz kimseyi göremedik karşınızda,” dedi.
Sanki bir sır perdesine dokunmuş gibiydi.
“Görmediniz sanırım,” dedim, “Babamla konuşuyorum.”
Birkaç saniye tereddüt etti; sonra sessizce uzaklaştı. Ben de hesabı istedim, babamla birlikte terminalin yolunu tuttuk.
İstanbul’a döndüğümüzde annemin yüzünde bizi dinlerken ince bir sevinç vardı. Gözleri, anlattıklarımızı bir çocuk merakıyla takip ediyor, elleri mutfakta komşu ülkeden getirdiğimiz yiyecekleri yerleştiriyordu. Baba-kız gezisinden mutluydu, ertesi sene beraber gitmenin hayalini kurmaya başladık.
Aylar sonra içimde bir yük birikti; sessizlikle beslenen, günbegün ağırlaşan bir yük. Soluk almakta zorlanıyordum. Babamın sesi kulağımda dönüp duruyordu: “Benim kızım güçlü olmalı.” Dışarıya karşı dik duruyordum belki ama içimde, göğsümün tam ortasında bir şeyler eziliyordu; kalbim, sanki görünmez bir elin altında yavaş yavaş sıkıştırılıyordu.
Bir sabah annem uyurken babama gittim. Uzun uzun konuştuk; derdimi anlattım, sustum, yeniden başladım. Babam sanki oradaymış gibi öğütler verdi, “Kendi keşfin içinde uçmayı öğreneceksin,” dedi. Sözleri toprağın içinden yükselip göğe karışıyordu. Yüzümü toprağa çevirdim, taşların arasındaki sessizliğe baktım, düşündüm, durdum. O anda, elimde ansızın bir uğur böceği belirdi. Küçücük kanatlarını kıpırdattı, kırmızı kabuğu gün ışığını taşıdı. Heyecanlandım, haykırdım o an:
“Benim babam uğur böceği oldu!”
Ve içimde, bütün ağırlığın yerini hafif bir rüzgâr aldı.
Megalochori, 2025