İstanbulda doğdu. Edebiyat ile yolu sekiz yaşında insan hakları üzerine yazdığı şiirlerle kesişti. Kamu kurumunda sosyolog olarak görev yapan Akdağ, toplumsal cinsiyet eşitliği alanında çalışmalar yürütmektedir. Yazdığı öyküler Varlık, Şahsiyet, Son gemi gibi dergilerde yayınlanmıştır. Mor Kalem Kadın Öyküleri kitabının editörlüğünü yürüttü.

“Güneş ışığı öğle saati dik vurur,” diyor canım arkadaşım Rahşan. Ne doğru dedin ama şimdi kafeye gitmek için yüz adım atamayacağım. “Kalk,” diyor ama yok, gitmeyeceğim, git sen… Ben böyle iyiyim, daha az sıcağa karışarak, daha az yürüyerek… Yüz adım, bilemedin yüz beş… “Gitme,” diyecektim ama yok, demeyeceğim, baksana çoktan ayaklandı. Hasır kol çantasına telefonunu atıp kalkıyor. O öyle ayağa kalkınca basenlerindeki yağları gölgesine yansıyor resmen. Belli ki kilo onun için sorun değil artık.  Eskiden tanıdığım Rahşan, haftada üç kez spora gider, üstüne diyet de yapardı. Ne oldu ona böyle?

Ben bir deri bir kemiğim. Gidip aynaya bakmam bile gerekmiyor. Kemiklerimle konuşuyorum bazen. Sayılabilirler. Bu kadın bedeni denen şey, ne zaman içi dolmadıysa hep eksik sayılır. “Kuru kız,” derlerdi. “Evlat olsa sevilmez.” Babam bile… Neyse, hatırlama şimdi, kokusu bile ağır gelir. İşte öyle, içime kalın bir çizik atılmış gibi… Kemiklerim kaldı geriye, gözlerim sayıyor: on iki kaburga, on falanks… Hepsi orada ama eksikmişim gibi, hep bir eksi, hep bir az.

Rahşan terliklerini ayağına takmadan çabuk çabuk yürüyor. Bir an evvel gidip sigara tüttürecek, sonra da hiç utanmadan gözlerini elin adamlarına dikecek. Onun cazibesi balıkçı ağı gibi; neyi yakalarsa onunla oyun oynar.

Her yerde de bu kadar fırsat kollanmaz ki canım. Demiyor ki, ipsizi var sapsızı var. İstanbul yahu burası, haftasonu buralara anca çulsuzu gelir ama ben anlatamıyorum ona. Ne zaman yalnız gezen bir adam görse, takılıyor peşine. Daha geçen gün, ter içinde mağazaları dolaşırken, dondurma yalama bahanesiyle üç saat ortadan kayboldu. Bari dondurma da dondurma olsa! Şöyle Maraş usulü olacak ki taş gibi…

“Hadi Süreyya, uzun zamandır görüşemedik. Ne olur plaja gidelim,” dedi dün akşam telefonda. Balkonda biramı yudumlarken içimde fena bir his duyumsadım. “Marmara’nın suyu temiz değil,” dedim. “Ayrıca çok da sıcak.”

Ne desem de bir türlü ikna edemedim. İnatçı insanları şımarık çocuklara benzetirim. İstekleri olana kadar tekmelenirler. İyi ki çocuğum yok diye düşündüm. Sanki onu yapacak bir adam buldum da…

Gece uykum kaçtı. Bu kaçıncı uykusuzluk? Bu ter, bu kalp çırpıntısı… Panik değil bu, daha başka bir şey. İçimde bir hayvan dolaşıyor gibi. Yalnız yaşamak bazen sesin yankısını bile unutturuyor. Ölsen burada, günlerce anlaşılmaz. Sadece kokun fark edilir.

“Ben seni evden alırım,” dedi. “Sakın kahvaltı yapma, orada çok güzel bir gözlemeci var.” Ne hamur tutkusu bu, gerçekten anlamıyorum. Dakiktir kızımız; dediği saatte de geldi. İsteksiz isteksiz bindim arabasına. 

“İnsan saçlarını bir tarar, Allah bilir yüzünü de yıkmadın.” Parmaklarını röfleden incelmiş saç uçlarına geçirdi. Bazen en iyi cevap sessizliktir diye düşündüm. Üşenmeden suratını boyamış bir de. Plaja gidiyoruz hanım. 

“Aman Rahşan, sendeki enerjiye şaşıyorum doğrusu. Altı üstü denize gireceğiz ne diye bu kadar süs püs?” dedim. “Süs,” dedi, “insanın kendine karşı kurduğu büyüdür.” 

Haklıydı belki de. İki eliyle direksiyona vurup ritim tutarken bilezikleri şangırdadı. Asla tahammül edemem o sese. “Kes şunu!” diyerek yükseldim bir anda. Müziği kapattı. “Neyin var şekerim, tersinden mi kalktın bugün?” diye alaycı alaycı sırıttı. O zaten hep öyle alaycıdır. 

“Tersim düzüm mü kaldı canım, baksana memleketin haline… Yaşamaktan bile soğuttular insanı.” Müziği yeniden açtı ama bu defa volüm yüksek. İspanyolca mı bu? Dişlerimi sıktım. Elini salladı yeniden.

“Hadi anam, boş yapma bana. Hem kim ölmüş ki açlıktan? Ye iç, keyfe gel! Hooop!” diyerek öndeki arabayı solladı. 

“Ne biçim insansın sen? Bu kadar duyarsızlık da fazla, bak enflasyon almış başını, emeklisi aç, köylüsü perişan, genci işsiz.” dememe kalmadı, müziğin sesini daha da açtı. Arsızdır benim arkadaşım çünkü.

Mezarlığın yanından geçerken, ölüler bir an için fısıldadı. Kimileri adımı söyledi, kimileri çocukluk anılarımı. Ama deniz yakındı, mavi yaklaşınca ölüler susar. Üstelik ilgimi de  ilgimi çekmedi mezar taşları. Kim, hangi tarihte doğmuş, hangi tarihte ölmüş, kim kimin aile üyesiymiş ve hatta neden göçüp gittiklerine dair  meseleler zihnimden geçmedi. Memleketin halini de unuttum.  Gözüm bir denizde, bir gölde… İyi ki mavi, iyi ki.

Alnımdan yanaklarıma damlacıklar doldu. Öğle sıcağı fena vurur, doğru. Bu kız da gelmedi bir türlü, canı sağ olasıca. En iyisi denizde serinlemekti. Deniz beni çağırıyordu. İçine çekmek isteyen bir varlık gibi şeffaf, ama direnmesi zor. Suya girdim. Her damla, bedenimdeki geçmişe ait bir anıyı siliyordu.

Marmara bu, temiz değil, dedim. Ben biliyorum pislik içinde olduğunu. Sırt üstü yatar da gözlerimi kaparsam her şeyin normalleşeceği gibi saçma bir düşünceye kapıldım. Gözlerimin kapalı oluşu sesleri duymayacağım anlamına gelmiyordu tabii. 

“Merhaba,” dedi birisi. Önce hiç üstüme alınmadım. Kibar bir erkek sesiydi. Yüzerek iyice yanaştı yamacıma. Gözümün tekini açıp baktım. Beni birine benzettiğini, yanıldığını anlayınca “Affedersiniz.” diyerek uzaklaşacağını düşündüm.

“Teninizin bronzluğu pek güzel, doğal haliniz mi diye merak ettim. Ben günlerdir denizdeyim, neredeyse hiç etkilenmedi.” 

Diğer gözümü de açıp gayriihtiyari gülümsedim. Tüysüz bir vücudu vardı adamın. Bildiğin köse, süt gibi bembeyazdı. Tutsan bir yudumda içersin. “Bir şey mi istediniz, ne vardı?” 

Poposunun sağ tarafını kaşıdı. Lolipop gibi kokuyordu; ama anasona bulanmış bir lolipop. “Esmer tenlileri oldum olası sıcak kanlı bulurum. Samimi, alçak gönüllü. Hele bir de sizinki gibi baş parmak kemikleri çıkıntılıysa.” 

İstemsizce uzattım ellerimi. “Evet” dedim. “Biraz kemiklerim çıkıktır. Anneanneminki de öyleydi. Ama o çok becerikliydi, elinden her iş gelirdi.” Elimi tutuverdi izin istemeden. Hızla çekmeye niyetlensem de çekmedim. Yumuşak dokunuşlarla kemiklerimi okşuyordu. O esnada cırtlak sesli bir kadın donsuz oğluna söyleniyordu. “La oğlum, sallama şunu el âleme karşı! Kaç kere dedim öyle girilmez denize diye.”

Şalvar görünümlü eteğini bileklerinden sıyırıp suya atladı. Oğlan, aletini eliyle kapatıp suya dalarken kadın genzine kaçan tuzlu suyu dışarı püskürttü. O öyle püskürtünce bir avuç su bizim lolipopun üstüne sıçradı. Lolipop sakin görünümünün aksine ateş topu gibi öfkesini kadının yüzüne fırlattı adeta: “Dağ başında mıyız ayol, nedir bu varoşluk? Adabınızla yapın ne yapacaksanız.” O kadar gülmüştüm ki ağlayabilirdim.

Elim hâlâ onun avuçlarındaydı. Nerede kaldın e be Rahşan? İki dakika yalnız kalmaya gelmiyor. Ne yapsam da uzaklaşsam diye düşünürken birden parmağını elimdeki çizgilerin üzerinde gezdirmeye başladı. “Bak hanımefendi, görüyor musun şunu?”

Baktım uzvuma. “Neyi?”

Nasıl yapıyorsa kaşını alnının ortasına kadar kaldırmayı becerebiliyordu. Alnı biraz dar mıydı ne? “Bakın şimdi, şu var ya, o işte kalp çizgisidir.” Suyun içinde buruş buruş olmuş avcumun içi zaten. Hangi çizgiden bahsediyorsun be adam?

“Bu  senin iç dünyanı gösterir. Kalp çizgin çok karanlık, kırık bir ay gibi kesilmiş.” Hızla elimi kendime çektim. Fal bakmanınızı isteyen mi oldu sizden canım, bu ne cüret? Neredeyse dalgaları omuzlayıp kafasına geçirecektim. Üstelik faldan medet uman insanlardan hiç değildim.

Vaktiyle Bakırköy’de gittiğim bir falcı “Hüseyin adında biriyle evleneceksin” demişti. Kendinden de çok emindi ha. Gel zaman git zaman her önüme çıkan Hüseyin’e biraz biraz yaklaştım. Evleneceğimi sanmıştım sırf falcı öyle dedi diye. Her karşılaştığım Hüseyin bir kazık çaktı ve anlaşılan odur ki evlenemedim. 

İşine bak lolipop sen. Yalandan fallarla insanları kandıramayınca buralara kadar geldin işini icra etmek için demek ki. Başka kapıya canım. Ben çoktan akıllandım. 

Gülümsedi. “Yanlış anlamayın lütfen, size zarar verecek değilim. İyi niyetli birine benziyorsunuz. El okuyucusuyum sadece. Aslında mimarım ben. Çizgilerle aram bu yüzden pek iyidir. Bugüne kadar okuduğum ellerde hiç yanılmadım, aklınıza başka şeyler gelmesin. Siz biraz incinmişsiniz bana kalırsa. Lütfen uzatın, akıl çizginize de bakmak isterim.” Akıl mı? Sayende kalmadı. Şu güneşin altında nelere maruz bırakıldım, hay Allah!

Rahşan gelip beni be herifin karşısında böyle görse apışıp kalırdı. Hani benden geçti, dükkanları kapadım, kimse giremez diyordun diyerek karşımda gülerdi. Rahşan sakın hemen geleyim deme gözünü seveyim!

Şişme yatağa uzanmış yaşlı bir adam, kol hareketleriyle suda ilerlemeye çalışıyordu. “Kavuncu, lan baksana buraya. Bir kaşık dondurma kâfi, getir buraya, parasını hanım verecek.” 

Genç çocuk içine dondurma konmuş küçük kavunu adama uzattı. Şalvar etekli kadın ıslanmış kağıt paraları gencin avcuna sıkıştırırken “Bu kadar var, helal et.” dedi. Adamın keyifle ağzını şapırdatması ve kadının geniş kalçalarını suya batırıp batırıp koşturmasıyla bende ciddiyet falan kalmamıştı. Lolipop, yüzümdeki gülümsemeyi fırsat bilerek elimi yakaladı. Gözleri ela mı nedir? Dalgaların hafif hareketi beni ona daha da yaklaştırıyordu.

“Akıl çizginizin üzerindeki şu ufak çizgiler, kalbinizin derinden kırıldığını söylüyor. Ne yaşadınız böyle, aman Tanrım… Bölük pörçük, bakın şurası işte.” Dünyada kalbi kırık olmayan var mı diye düşünürken uzun zamandır depresyondan çıkmadığımı fark ettim. Tanışık olmadığım bu adama neredeyse panik ataklarımdan bahsedecek, yalnızlığın geceleri bir bıçak gibi içimi nasıl kemirdiğinden söz edecektim.

“Çok oldu mu?” diye sordu şüpheli bakışlarıyla. Gözlerini kıstı. Neyden bahsettiğini sorma gereği bile duymadan “Hayır,” dedim. “Sadece bir yıl.” Geçen yıl, belki de bu zamanlar… 

Ayağımızın değebildiği yerde dalgalar bir sağa bir sola savuruyordu ikimizi. Kollarımı iki yana açıp dengede durmak istiyordum. O dengeyi kuramadım hiçbir zaman zaten. Çok sevdim ama değmedi işte. Sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda değil ya.

Hatırlıyorum da rakı sofrasında “Sıkıldım,” dedi bir akşam. Oysa ne güzel mezeler hazırlamıştım ona. Hepi topu ayda bir kez, haber vermeden gelirdi. Hisseder, hazırlık yapardım. Daha nelerin hazırlığını da…

Sıkılmak güzeldir. Değişiklik getirir ama o beni değiştirmeyi uygun gördü herhalde. Ne güzel flüt çalardı. Bazı gelişlerinde Rahşan da katılırdı aramıza. Mutfakta bulaşıklara boğulurken onların gülüşleri tüm yorgunluğumu alırdı. Sesi güzeldir arkadaşımın. Biri çalarken diğeri söylerdi, onları izlerken bedenimin içinde kaybolurdum. Nihayetinde sıkılmıştı işte… 

“Çok üzülüyor musun?” diye sordu lolipop. 

“Sevgimin her zerresini verdim, üzülmez mi insan canım… İşin tuhaf yanı adı Hüseyin’di.”

Kısa bir sessizlikten sonra gözlüğünü geçirdi gözüne. “Arkadaşın ne yorum yaptı bu duruma?”

Dudağımı büktüm sorusuna anlam veremeden. “Ha, Rahşan mı? O koy gitsin dedi. Çok tatlıdır, yaşam doludur, kolay kolay üzülmez her şeye.”

İşaret parmağını çenesine dokundurdu. “Anlıyorum” dedi usulca. Sanırsınız falcı, pardon el okuyucusu gitti, yerine psikolog geldi. Azcık yüzseydik ya kuzum. Eriyeceksin sıcaktan. “Şimdi bir de kader çizginize bakmak istiyorum, bakın burası çok önemli.”

Meraklı bir çocuk gibi dediğini yapıyor, avcumun içindeki çizgilerden hangisinin kader çizgisi olabileceğini tahmin etmeye çalışıyordum. Uzaktan gelen birini Rahşan’a benzettim. Ha, işte sonunda derken yaklaşınca başkası olduğunu fark ettim.

“Başka yere bakmayın lütfen, dikkatiniz dağılsın istemiyorum.” Tamam be anladık. Çizgilere geri döndüm. Nedendir bilinmez, seksek oynayan birilerini gördüm çizgilerin üzerinde. İki kadın, ikisinin de saçları uzun. Biri hep daha fazla oynuyor. Diğeri farkında bile değil. Alık olduğum gerçeği yüzüme çarptı.

“Kader çizgisi üzerindeki o kısa çizgilerden bahsediyordum ya, işte onlar dış güçlerin hayatınızı nasıl birden bire değiştirdiğini ifade ediyor. Üstelik siz farkında olmadan. Mutsuzluğunuzun sebebini biraz da burada arayın derim. Herkese güvenmek yok, hele yalancılara hiç.”

Ders verircesine konuştuktan sonra tatlı tatlı “Hoşça kalın.” diyip sudan çıktı. Anlam veremedim tabii söylediklerine. Kafam yine karışmıştı. Ben de çıktım sudan. Of, nerede kaldı bu kız? Ayaklarımı kızgın kumlara batıra batıra yürüdüm. Şimdiye çoktan gelmiş olmalıydı. Birini mi bulmuştu yoksa? Bulsa da çaktırmazdı zaten. Yürüdükçe sırtımda kabaran denizin gürültüsünü taşıyordum. Hadi çık ortaya be kızım. Saklambaç oynayalım. Mahalledeki çocuk halimiz gibi. Sobele beni. Sobele artık.

Kafeye girdim. Kalabalığın arasında onu göremiyordum. Kesin birine takılmış, kuytu köşede birasını yudumluyordu. Ne diye ısrar etmişti buraya gelmek için bilmiyorum ki. Kafeden eli boş çıktım. Neredeydi? Tuvalette mi? Belki hiç gelmemişti. Belki de baştan beri yoktu. Kafamda dolanan bir figürdü sadece. Saklambaçta sobelendik mi, bilmiyorum. Şimdi ben sobelenmiştim sanki. Beni buldu biri. İçimde bir çocuk “Ebeyim,” diyordu.

Az ötede kuşların yemlendiği alana doğru yürüdüm. Duman mıydı her tarafı kaplayan? Duman. Kara. Kapkara duman… Rahşan oradaydı. Sigarası saçlarını tutuşturmuştu. Tutuşmuş saçlarıyla oturuyordu. Sigarasını da bir türlü söndürmüyordu. Yüzünde o gülümseme… Hep aynı. Hiç değişmeyen. Her zaman orada, her şeyin başladığı yerde.

Kaç kere dedim sana, Rahşan. Bu deniz bize göre değil…