Arkadaşlarının aksine, eylül ve ekim ona canlanmayı, yeniden doğuşu hatırlatırdı. Avustralya’da geçirdiği çocukluk yıllarında, ekimde yeşilin envai çeşidiyle bezeli ormanlarda kamp yapmak aile gelenekleriydi. Bütün gece yıldızları izleyip sohbet ederlerdi. Babası bu geleneğe “Nefes Kampı” adını vermişti. Birkaç kere yağmura yakalandıkları da olmuştu. Geceleyin yıldırımların o kör karanlığı mor ve lila tonlarla boyaması ve sonrasındaki gök gürültüsü geldi aklına. İçi ürperdi.
Epeydir doğayla iç içe olmadığını düşündü. Yağmurla buluşmuş, toprak koklamamıştı çoktandır.
Hayatın koşuşturmacasında zaman ne çabuk akıp geçiyor, diye düşündü. Sahi, en son ne zaman bir ormana gitmişti? Zihnini yokladı, hızlıca bulamadı. Üç sene evvel, şirketin tüm çalışanlarını beraberce ve zorla izne çıkardığı ağustostu herhalde. “Yatçaz kalkçaz” yöntemiyle başlayan tarihi ölçme yolculuğunda Gregoryan’da epey oyalandıktan sonra, nihayet yıllık izinler ve teslim tarihleri sistemine ulaşmıştı. Canı acayip ormanda olmak istiyordu. Denizin kokusunun sızdığı, ağustos böceklerinin yeri göğü inlettiği bir orman…
İçindeki isteğe karşı koyamayacağını hissetti. Birazdan katılması gereken bir toplantı vardı. Önce onu halletmeliydi. Bilgisayarını açtı ve toplantının katılımcılarına kendini çok kötü hissettiği için toplantıya katılamayacağını söyleyen bir e-posta gönderdi. “Üzgünüm” yazmıştı mailin sonuna. Değildi. Hatta çok heyecanlıydı.
Hızlıca bir çanta yaptı. Kitabını, güneş kremini ve evde bulduğu krakeri koydu. Giyindi. Minicik balkonuna çıktı. Hadi bakalım, diye geçirdi içinden ve güçlü bir şekilde sıçradı. Havadayken deniz kokusunun da sızdığı en yakın ormanın nerede olduğunu düşünüyordu.