İki haftadır pazarda görememiştim onu. Metrelerce uzaktan seçerdiniz bu rengarenk giyimli Çomakdağ kadınını. Alnına dökülen sarı liraların üzerine bağlanmış eşarbına tutturulmuş ıtır, zeytin ve daha nice türlü kır çiçekleri olurdu hep başının üzerinde.
Bir keresinde tezgahının önünde bekleyen müşterilerine zeytin, zeytinyağı, kurutulmuş baharatlar tarttığı sırada, “Başındaki bu paralar altın mı?” diye sormuştum. Kalabalık bir anlığına dağılınca, “Bunlar benim köyümden, bağımdan, bahçemden. Bizim oralarda toprağın üstü altından daha değerlidir,” diyerek kulağıma eğildi:
“Hani sarı liraları sormuştun. Hepsi altın. Bileğimin emeği, toprağımın bereketi. Söyleme ha, kimseye. Zaman kötü. Dost düşman bilinmez oldu.”
Gülümsedim. “Sen merak etme Nadirem,” derken elimi iman tahtama götürmüştüm. Sonra aynı anda bir kahkaha patlattık.
Üçüncü hafta geldiğimde tezgahının başındaydı. Lâkin bir tuhaflık vardı. Hiç ayağa kalkmadan, yığılmışçasına bir sandalyede öylece oturuyordu. Elbisesinin kıvrılmış yerlerinden görünen kolları eziklerle doluydu. Bu defa başında yıldız gibi parlayan sarı liraları yoktu. Birkaç cılız zeytin dalı iliştirmişti eşarbının üstüne. Yanında torunu olduğunu bildiğim çocuk vardı. Müşterilerle o ilgileniyordu.
Eğildim, yanına çömeldim. Yüzü gözü yara bere içindeydi, sağ gözüne kan oturmuştu. Elini tuttum: “Ne oldu sana böyle Nadire?” diye sorunca, “Korkma, kocam dövmedi. Yapmaz benim adamım. Komşu köydeki eylemde yaralandım. Yerin dibine batasıca maden yasası yüzünden yerlerde sürüklendim. Eee, bugün İkiztaş, yarın bizim Çomakdağ. Bu hırs azgınları bize nefes aldırmayacaklar. Yüreğimize düşen yıldırım gibi girdiler bağımıza, yurdumuza.” dedi.
Niobe’nin gözyaşları gibi durmaksızın yaş akıtıyordu feri sönmüş gözleri.
“Bize sizin gibi toprağın anaları lazım. İnancın devinimleri bir sallandı mı, yüreklere umut serpilir Nadire’m,” derken sıkıca sarılarak bu cesur Çomakdağ kadınını alnından üç kez öptüm.