Irmak Erdoğan, ilkokuldan itibaren uzun yıllar İstanbul’da yaşamıştır. Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim gördüğü süre boyunca çeşitli gazete ve dergilerde staj yapmıştır. İnsan hakları ve ceza hukuku alanlarındaki çalışmalarını sürdürürken, KargArt, Notos ve Gümüşlük Edebiyat Festivali atölyelerine katılmıştır. Bu süreçte yazdığı “Söylenmeyen”, yayımlanmak üzere paylaştığı ilk öyküsüdür.

Kulak zarlarını titreten bir hıçkırık sesiyle uyandı. Işığı açtı. Bebek, şişmiş gözleriyle büyük yaşlar döküyordu.

Kalkıp bir süredir gelmeyen süte inat göğsünü avuçladı. Ufak bir sızı. Aynaya boş gözlerle baktı. Artık anlamsız bir şişlikti memeleri.

“Yine aynı, yine aynı.”

Hazır mamayı ısıttı. Cam biberondan mı geldi ses? Tek tük yere düşen damlalara baktı, damlalar gittikçe hızlanarak aktı. Çatırtı sesi artıyor, sanki yer sarsılıyor, mama parkede açılan çatlaklardan sızıyordu.

“Anne, anne, anne!”

Hayretle oğluna baktı. “Anne mi dedi o?” İmkânsızdı, daha dört aylıktı. Oğlunu alelacele pusete koyup dışarı fırladı.

Parkta en sevdiği kestane ağacının altına oturdu. Onu ıskalayan dikenli kestaneler hoşuna gidiyordu. Tam bir santim yanına koca bir kestane içine taş konmuş kar topu gibi düştü.

“Oturabilir miyim?” dedi bir kadın. Herkesin minibüslere, arabalara atlayıp koşturduğu bu saatte, onlar yan yana, bebekleriyle ağacın altında oturdular.

Kadın pusetin gölgeliğini araladı. “Meleğim,” dedi, bir yandan elindeki güneş kremini ağır ağır kızının —niye kızı diye düşündüyse hemen, aslında bebeği şimdilik yusyuvarlak bir aydı—  yüzüne sürüyordu.

“İnsanın içini ısıtıyor bu hava.” dedi kadın, bebeğine kocaman gülümseyerek. “Bir de bu güzellikler!”

Midesi ekşidi bir anda, böğürmeye utandı. En son ne zaman bir şey yedim, diyerek elini alnına götürdü. Ateşi vardı. Sustu. Ağabeyleri olsa, yayvan kaşları ve minik dudaklarıyla “Anne bir alnımı öper misin?” der, “Baba başım çatlıyor.” diye yeri göğü inletirlerdi. Sanki ne zaman ailecek yola çıkacak olsalar, arabanın arka koltuğunda köşeleri sfenksler gibi kaplayan kendileri değilmiş, tüm klimanın soğuğu ortalarına sıkışmış olan minik yüzüne üflemiyormuş gibi. Neymiş, klima kısılır mıymış? Ne bencilmiş, zaten yolu en güzel açıdan o görüyormuş, şanslıymış. O zaman da ağrırdı başı. Uzun yollardan eve vardıklarında bir şey diyemez; terlikler, çay bardakları, tül perdeler döner döner, düz ve kapkaranlık bir çizgi olana dek ağrısını gizlerdi.

“Ekin, Ekin?” (Ne var, kimin sesi bu?)

“Ne oldu, niye cevap vermiyor?”

Babasının kocaman kolları, annesinin sardığı o renkli battaniye arasından salyaları aktı; köpekleri olsa alışırlardı bu görüntüye ama almamışlardı işte, belki sfenkslerden çekinmişlerdi; ne de olsa herkes onun gibi akıllı uslu çocuk olamazdı. Gözbebekleri mi oynuyordu?

“Havale geçiriyor,” diyordu doktor. “Ağzını açalım, dilini ısırmasın.”

Güldü.

“Aynen öyle hanımefendi, bebekler inanılmaz varlıklar, bir güldüler mi bize de bulaşıyor” dedi yanındaki kadın. Bir kestane daha mı düşmüştü ortalarına?

“Müsaadenizle”, dedi Ekin, yüzüne hiç bakmadan konuşan bu kadınla sohbeti şans eseri ilerletmişti.

Parmaklarını bebek arabasının kulpuna sapladı, sahile yürüdü. Dalgalar tekneleri alıp çarpacak kadar büyüktü. Kabaran denizin önüne balıkçı bir kadın tezgah açmıştı. Elleri nasırlanmış, saçları dağılmış, ağzında sönmeye yakın sigarasıyla ona baktı. “Balık mı istiyorsun?” diye sordu.

Cevap vermedi.

“Oyalanma hadi, sıra var.”

“Oyalanmayayım.”  Evet, oyalanmayayım, dedi tekrar içinden.

Balık değil, sigara istedi kadından. Balıkçı uzattı bir tane, yüzünden hiçbir sorunun gölgesi geçmedi. Puseti kenara çekip oturdu, belki dakikalarca balıkçıyı izledi. Sigarasının külleri onunkilere eklenip uçtu.

Saatlerce değişmemiş bebek bezinin kokusuna, şimdi tütün kokusu da eklenmişti eve vardığında. Kocasının kibar kibar sorularına cevap vermeden devrilip yattı.

Perdenin aralığından güneş yüzüne vurunca kalktı yerinden, parktaki kadını düşündü. Umarım kafasına arka arkaya kestaneler düşmüştür, dedi. Ya düşmediyse? Bembeyaz tertemiz dişleri, bebeğinin elli faktörlü kremi ve bol bol akan sütüyle gelecek, “Doğru bir duruş ve iyi beslenmeyle çözülmeyecek sorun yoktur.” diyecekti.

Parka gitmedi o gün.

Kalktı, yüzüne baktı. Ağzını kocaman açtı. Dili yerindeydi.