Buket Uzuner’in 50 yıllık yazarlık serüveni, edebiyatın zamanı nasıl aşabildiğini ve bir yazarın kaleminin nasıl olgunlaştığını hatırlatıyor bizlere. Uzuner’in son kitabı 50 Yılın Toplu Öyküleri, Everest’in “sağlam” kapağıyla bizlerle buluştuğunda, bir ıslık çalıp “vay be, yarım asır olmuş” diyoruz, “dile kolay”… Oysa daha dün onun roman kahramanlarıyla, su samurlarıyla haşır neşirdik… Benim Adım Mayıs üniversite çantamızdaydı, sonrasında yaşam araya girmişti, satırlar boyunca Kuzey Avrupa’yı onunla gezmiştik.

Peki gerçekten 50 yıl geçmiş olabilir mi? O ne zaman bu kadar olgunlaştı, biz ne zaman bu kadar eskidik!

Zamanın akışına şaşkınlıkla bakarken, Uzuner’in öykülerinin bugün hâlâ aynı tazelikle okunması, elbette edebiyatın ölümsüzlüğünü kanıtlıyor. Bu durum yalnızca bir yazarın kişisel yolculuğunu değil, toplumsal hafızanın, cinsiyet eşitsizliğinin ve sansürün gölgesinde şekillenen edebiyat dünyasının da bir yansımasıdır değil mi! Uzuner’in öykülerine baktığımızda, doğa sevgisi, kadın kimliği ve toplumsal eleştirinin izleri hep var. Ancak bu tutkular, gençlikteki coşkunun yerini bilgeliğe bırakarak dönüşmüş olmalı. Belki de yazarlar için asıl önemli olan, tutkunun sönmemesi değil, farklı biçimlerde yeniden doğmasıdır. Hadi söyleyelim o halde: Zamanın rüzgârı, tutkuları söndürmez, onları daha da derinleştirir. 

“Önce Kadın, Sonra Yazar”

Bilen bilir… Kadın yazarların en büyük mücadelelerinden biri, “önce kadın, sonra yazar” olarak etiketlenmektir. Uzuner’in eserleri de bu önyargıyla karşılaşmış mıydı? Elbette!

Bugün bile, etrafta uçuşan tüm medeni cümlelere rağmen, kadın yazarlar, erkek meslektaşlarına kıyasla daha fazla “kadınca” temalarla sınırlandırılıyor. Oysa genel anlamıyla düşündüğünüzde edebiyat, cinsiyet üstü bir sanattır. Ki “evrensel” anlamda o noktaya varmak için bile kadın yazarın, kendi varlığıyla yıllarca mücadele etmesi gerekiyor! Bu noktada okurlara da iş düşüyor elbette: Kadın yazarların okur kitlesinin büyük ölçüde kadınlardan oluşması, erkek okurların bu eserlere mesafeli durması, edebiyat dünyasındaki eşitsizliği besliyor. Oysa bu kadınların yazdıkları çok sıkı konuları tartışıyor. Dünyayı değiştirecek konular bunlar… Yine de sormak kaçınılmaz: “Sesimi duyan var mı?”

Peki bu kısır döngü nasıl kırılabilir? Belki de kadın öğretmenler ve akademisyenlerin dayanışması, tüm okurlara ulaşmak için yeni kapılar açabilir. Bir de elbette dayanışma dediğimiz o sihirli sözcük var: Kadınlar arası dayanışma yalnızca kadın yazarların varlığını sürdürmekle kalmaz, edebi üretimin niteliğini de dönüştürür. Zamanla çok daha iyi anlaşılabilecek bir husus.

Yaşlanma Korkusu ve Toplumun Dayattığı Roller

İş bununla da bitmiyor elbette. Kadın yazarın bir de “yaşlılık”la verdiği bir sınavı var! Toplum, gençliği dinamizmle, yaşlılığı ise durgunlukla eşleştiriyor. Oysa Uzuner’in 50 yıllık birikimi, yaşlanmanın bir kayıp değil, bir kazanım olduğunu gösteriyor. Çünkü yazarlar için eserlerinin yaşı, deneyimle beslenen bir olgunluk taşır. Belki de asıl mesele, toplumun dayattığı yaş algısını reddedip, kendi hikâyemizi yazmaktır! O halde haydi, yola çıkma zamanıdır… Uzuner’in “işe yaramış bir yaşam” beklentisi, yalnızca başarıya odaklanmak değil, anlamlı bir varoluşun peşinden gitmek; belki böylece “yaş üstü” bir yere de işaret etmek anlamına geliyor. Ki haklı.

Sansür ve Yazının Ölümsüz Gücü

İş bununla da bitmiyor! Bir de nurtopu gibi yıllara, asırlara meydan okuyan sansürümüz var!

Sansür, yazarların en büyük düşmanlarından biri. Ancak yasaklanan öykülerin gücü, tam da susturulmaya çalışıldığında ortaya çıkıyor. Uzuner’in eserleri de sansürle karşılaşmış mıydı? Eğer öyleyse, bu direnç onları daha da güçlendirmiş olmalı. Çünkü edebiyat, gerçeğin peşinde koşmanın en kalıcı yollarından biri. Sansürün varlığına rağmen yasaklanan öykülerin gücünü koruması, insanlığın gerçeklere ulaşma arzusunun ne kadar dirençli olduğunu da gösteriyor.

Kız Neşesi ve Zamana Direnen Bir Ton

Peki ya “kız neşesi”? Onun keşfiyle bizlerle buluşan kız neşesi, Uzuner’in öykülerinde nasıl bir yer tutuyor? Gençlikteki o şen kahkahalar, yerini bilge bir tebessüme mi bıraktı? Belki de neşe, yaşla birlikte daha derinleşen bir duyguya dönüştü. Ama önemli olan, o neşenin tümüyle kaybolmaması… Uzuner’in öykülerindeki bu tını, zamana direnerek bize şunu hatırlatıyor: Yaşamın acıları ne kadar büyük olursa olsun, umut ve neşe her zaman bir köşede bekliyor…

Buket Uzuner’in 50 yıllık edebiyat yolculuğu, yalnızca bir yazarın değil, bir toplumun da hikâyesi. Onun kalemi, zamanın ötesine geçerek bize şunu fısıldıyor: “Yazmak, insanlığın zaaflarına karşı en güçlü silahtır.” Ve belki de edebiyatın asıl gücü, bu silahı nesiller boyu taşıyabilmesinde yatıyor. Uzuner’in öyküleri, yalnızca bir yazarın değil, bir dönemin, bir toplumun ve insanlığın ortak hafızasının bir parçası olarak geleceğe ışık tutmaya devam ediyor, edecek. Çünkü edebiyat, zamanın rüzgârında savrulmayan bir limandır. Kim ne derse desin.