usulca giderim güneş gibi
batı kapısından bu kentin,
zaman kıskacına altı köşeli
KAAN İNCE
Canım kardeşim,
Bugün sarı bir Eylül’ün 15’i. Saat 12.00. Doğumuna 4 saat var daha. Heyecanla bekliyoruz hastanenin kapısında. Babam sigaraları üst üste yakıyor. İçeride annem bir doğuruyorken o dışarıda defalarca doğuruyor. Nihayet saat 16.00’da geldiğini haber veriyor bir ebe. Gelmek istememişsin dünyaya, dediğine göre. Elinden kayıp geri giriyormuşsun o güvenli bölgeye. “Akıllı çocuk,” demişti senin için.
Sarı bir Eylül yaprağına yazıyorum özlemimi. Görüşmeyeli uzun zaman oldu. Biliyorum, çocukluğumuzda sana abin olarak çok insaflı davranmadım ama ben de çocuktum sonuçta. Sonrası ne güzeldi ama. Ergenliğe geçip birbirimizi anlamaya başladıktan sonraki sohbetlerimiz, kahkahalarımız, kavgalarımız… Kafan farklı çalışırdı. Neden dünyaya geldik? Niçin varız? Neden bazıları yoksul? Neden o adam cüce? Neden çocuklar beni oyunlarına almıyor? Karga neden kapkara da tavus kuşu rengârenk? Ölmek ne demek? Yaşamı sorularla anlamaya çalışırdın. Cevaplar seni tatmin etmedikçe de kabarırdı bedenin. Ellerinin üstü, parmaklarının arası kızarmaya başlardı. Onları önce tatlı tatlı, sonra da kanatana kadar kaşırdın.
Hatırlıyor musun? Ben sana, “Sen uzaydan yanlışlıkla yeryüzüne düşmüşsün, bu dünyanın insanı değilsin,” derdim. İyi bir insandın sen. Çiçeklerle konuşurken, örümceklere ekmek kırıntıları taşırken, bir ağacın dalına sarılmışken seni seyrederdim. “Benim aptal kardeşim,” diye düşünürdüm. Büyürken gündelik hayatın içinde ikide bir tökezlemeni, hayal kırıklıklarını, arada bir duvara toslamanı, durup dururken bir köşeye çekilmeni buna bağlardım.
Niye ülkeler arasında sınırlar varmış da, duvarlar örüldükçe her zaman kaçınılmaz olarak birileri dışarıda kalacakmış da… Ekranda açık denizlerde fındıkkabuğu gibi sallanan botun içindeki göçmenleri, Afrika’daki kemik yığını çocukları seyrederken, sen kollarına doğru yayılan kabartıları kaşımaya devam ederdin, bense sana kıyamazdım. Sarı sarı irin kaplı kırmızı kabarcıklarına merhemler sürerdim, toniklerle temizlerdim. Bir yandan da anlatırdım: “Genetiğimizde var, iyilik de kötülük de. Bunları defalarca konuşmadık mı? Kabullen artık. İnsan işte. Nehir yataklarını değiştirmeye kalkar. Ormanlara yerleşir, börtü böceği, yılanı, ayıyı, sincabı yuvasından eder. Ama üzülme, çünkü her seferinde kaybeder. Bazen bir deprem, bazen seller, kimi zaman veba, yangın ya da bir bomba… Bir bakarsın yeryüzünün tüm kötülüklerini silip süpürür.” İnanırdın bazen cevaplarıma. O zaman sönerdi kabarcıkların. Ta ki yeni sorulara kafayı takana kadar. Neden biz tokken o aç yatıyor? Niye savaşlar var hâlâ? Niye bu dünya kan ve gözyaşıyla sulanıyor? Yine kaplayıverirdi tüm vücudunu sivilceler, isilikler. Sırtın kırmızı, mor lekelerle kaplanırdı. Halı deseni gibi yayılırlardı. Merhemler, kremler, şuruplar yetmezdi. Hayatın normaline direndikçe, yaşamı sorguladıkça mayalı hamur gibi kabarmaya devam ederdin.
Bu satırları yine bir Eylül’ün sararmış yapraklarına yazıyorum. Soru sormayı bırakıp hayvanlarla, bitkilerle konuşmaya başladığından beri bedenen yanımızda ama ruhen uzaklardaydın. Biz buna da razıydık ama sen şairin dediği gibi usulca çekip gittin. Şimdi ben seni keşfedilmemiş bir ormanda, henüz haritalara çizilmemiş bir nehirde hayal ediyorum. Ya da bir atlasın içindeki yelkenlide. Kim bilir, belki de sorgulamalara gerek duymadığın uygun bir dünya bulmuşsundur kendine. Yine de yaşadığına dair bir emare istiyorum senden. Kısacık bir not. İyi insanların da henüz yeryüzünde nefes almaya devam ettiğine dair bir umut.