Tarihçi Hakan Kaynar, 100 Dublede Cumhuriyet Tarihi adlı kitabıyla ilgili sorularımızı yanıtladı. Daha detaylı bir röportaj için Zeytin Dalı programına göz atabilirsiniz.

 

Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olarak kültürel renkliliğe de parmak basıyorsunuz kitabınızda. Meyhanelerin şehir kimliğindeki rolü nedir? Bu sadece Rum kültürü ile sınırlı mıydı? Bu bağlamda, böylesi bir “çok kültürlülük” hayatı neden sona erdirildi sizce?

Meyhaneler bir karşılaşma mekânı. Elbette elini kolunu sallayan herkesin korkusuzca gelip eğlendiği yerler değil Osmanlı’da. Tekinsiz yerler. Müdavimleri kabadayı, yeniçeri, akşamcılar. Ama arada deredeler. Müslüman mahallesiyle Rum mahallesinin kesişme noktasında, çarşı pazardan sonra en kozmopolit mekân belki de. Bence şehrin bir birimi olsa da, mahalle dediğimiz, özellikle de bizim eski şehirlerimizin mahalleleri, şehre karşıdır. Herkesin herkesi tanıdığı, dayanışma kadar bir kontrol de üreten, dolayısıyla yabancıya kapalı birimler. Meyhane, mahallenin tam karşıtı bu yönden. Müdavimleri olsa da yeni gelenlere açık; tekinsizliği göze alanların (ama sadece erkeklerin) bir araya gelebildikleri bir yer. Şehir kimliğine katkısını bu özelliğiyle birleştiriyorum.

Meyhaneler elbette sadece Rumlara ait değil, çalışanların çoğu Rum. Meyhanenin sahibi barbalar Rum. Ama Ermenilerin de hatırı sayılır bir katkısı olmalı. Kumkapı ve Samatya hâlâ meyhaneleriyle ünlü semtler değil mi?

Şimdi “çok kültürlülük” yeni kurulan bir ulus devlet için bir mesele. Ama öte yandan meyhaneleri bir başka özelliği üzerinden düşünmeli. Peyami Safa, otuzlu yıllarda şehrin her yerinde meyhane olmasından şikâyetçi. Yanlış anlaşılmasın, İstanbulluların kadınlı erkekli gidip yemek yerken içki de içebildikleri yerlere karşı değil. Hatta ona göre eski İstanbul’dan geriye kalan tek alışkanlık meyhaneler. Burada sanırım meyhanenin 19. yüzyıldaki imgesine karşı. Orası bir erkek mekânı. 20. yüzyıl ise heterojen bir çağ.

Rakı kültürünün taşradaki yok oluşu, Türkiye’de kamusal alanın daralmasıyla nasıl bağlantılı? Oradan gelmek istediğimiz nokta şu: Türkiye’nin taşralılığı. Bu taşralılıkta içkinin nasıl bir yeri var?

Geçenlerde konunun uzmanı biri yazmış, Türkiye’de viski tüketimi rakınınkini aşmış. Elbette bunda rakı markaları arasında bildiğimiz, rakı denince hemen aklımıza gelen markanın aslında bir viski dağıtımcısı tarafından yönetildiğini bilince şaşırmamamız gerekiyor. İyi de bunun taşrayla ne ilgisi var?

Şöyle: Rakıyı bardakta saklayamazsınız, kâğıt veya plastik bardakta içemezsiniz, kolayla veya sarı gazozla karıştıramazsınız, beşlik su bidonunun içinde başka alkollü ve alkolsüz enerji içecekleriyle çalkalayıp tüketemezsiniz. Ama viski öyle değil. Rakıyla kıyaslayınca mezesi yok; çek arabayı kasabayı gören bir tepeye, filmlerdeki gibi doldur plastik bardaklara, iç. Meyhanenin olmadığı yerde rakıyı nerede içeceksin? Pınar başında, göl kenarında, dere boyunda. Ama yanına balık ister, et ister. Bunların hepsi artı masraf. İşin ekonomik bir yanı da var bunda. Öte yandan küçük yerde bunun oğlu, şunun yeğeni olduğunu herkes biliyor. Üç kere meyhaneye gitse gençlerden biri, adı çıkar; kız vermezler. En iyisi gizli saklı, küçük arkadaş grupları arasında içmek.

Ancak her şey değiştiği gibi bu da değişecek. Çok değil, otuz yıl önce taşra şehirlerinde pidecide, kebapçıda aile salonları olurdu. Erkekler alt katta yemek yer, kadınlı erkekli gruplar üst katta. Artık bunu kimsenin salladığı yok. Hatta dışarıda yemek bile yenmezdi neredeyse. Dahası taşra şehirleri son 30 yılda değişti. Afyon’da örneğin, yirmi yıl önce son derece muhafazakâr giyinen kadınların kızları şimdi aynı şehrin sokaklarında istedikleri gibi giyinip gezebiliyorlar.

Son otuz yılda çoğu taşra şehri kendi çevresinden göç aldı, büyüdü. Aslında bize dışarıdan muhafazakârlık gibi görünen, bilmedikleri bir şehre yeni gelmiş yabancıların korunma biçimiydi. İstanbul’dan Ankara’ya dönerken Söğütlüçeşme İstasyonu’ndan bindim trene. İstasyonun altında yeni açılmış mekânlar var, bira da içilebiliyor. Aralarında yeni nesil dedikleri janjanlı meyhanelerden de var. Olacak şey mi? Öyle içip içip trene mi binecek insanlar şimdi?

Kitapta Gezi Olayları’na da değiniyorsunuz ve aynı zamanda o camide içilen içki hususunda da yaptığınız önemli bir vurgu var. Neden bir grup, başka bir gruptan içki üzerinden intikam almayı ve kendisini bunun üzerinden aklamayı seçer oldu?

Bu bizim memlekette eski bir hikâye. Birinci Meclis Ankara’da açılmış. Malum, savaş var. İstanbul, İzmir ve başka şehirler işgal altında. Memleketin diğer yerlerine kollukla hâkim değilsin. Trabzon mebusu Ali Şükrü ve arkadaşları, çok değil, beş gün sonra bir kanun teklifi veriyorlar. Diyorlar ki: Amerika da yaptı, biz de yaparız; içkinin üretimini, satılmasını, içilmesini yasaklayalım. Zaten bu Rumlar alıştırdı bize. Şimdi hem zehirliyorlar bizi hem de para kazanıyorlar.

Komisyonlara havale edilsin, şu vekâlete sorulsun vs. derken zaman geçiyor ama ısrar ediyorlar. Oylama ilginç: Yetmiş bir mebus oturumda diyor ki yasaklansın, yetmiş bir diyor ki yok, yasaklanmasın. Oturumu yöneten reisin oyu sayılıyor da öyle geçiyor kanun. Şimdi elbette burada amaç bağcıyı dövmek; yoksa kanunun memleketin her yerinde uygulanamayacağını lehte hareket edenler de biliyorlar. Mustafa Kemal’in akşamları rakı içtiğini hepsi biliyor. Kanun geçiyor evet ama Paşa içmeye de devam ediyor. Hatta kaçak rakı üretiminin başında da Ankara’da bir polis müdürü var. Onun isminden mülhem, rakıya “Dilaver Suyu” deniliyor.

Şimdi sorunuza geleyim. Muhtemelen son elli, altmış yılda yaşadıklarımız üzerinden düşünmeliyiz. Nüfusumuz kaçtı, kaç oldu? Kaçımız köylerde yaşıyordu, kaçımız şehirlerde? Ülke olarak çevremizde olan bitenleri de göz önüne almak kaydıyla söylüyorum bunu. Zaten akıp giden bir toplumsal hayatımız var. Bu, gidip yakın siyasi tarihimizde olup bitenlerle birleşince bugünkü manzara ortaya çıktı.

Ama iktidarın elinde hep nalıncı keseri vardır; akıp gidende olumlu ne varsa kendisine yontar, bunu yaparken elbette karşıtını değersizleştirir. Şimdi birçok konuda –uluslararası ilişkiler diyelim, refahın paylaşımı diyelim, siyaset yapma biçimi diyelim– karşısındakinin kendisinden farkı yok ki. Olsa bile çok az. Ne yapıyor, işte kadınlı erkekli yemek yiyor; ne yapıyor, işte akşamları rakı içiyormuş.

Kitapta yazdım, daha önce bir makalede de yazdım bunu. Yakup Kadri herhalde rakı da içerdi. Ama 1933’te yazdığı romanda bugünküne benzer bir Türkiye’nin hayalini kurar. Böyle vatandaşlar toplanmış, Cumhuriyet’in yirminci yılında Mustafa Kemal’le İsmet İnönü’yü selamlıyorlar. Nerede? Yanına yaklaşamadıkları bir sarayın çevresinde. Bütün gece boyunca o hayali sarayı adeta tavaf ediyorlar.

Taksim’de ise herhangi bir saray da yoktu, selamlanan lider de. Geziden bahsediyorum.

Ankara ve Ankara tutkusunuz kitapta önemli bir yer tutuyor. Kentin ve cumhuriyetin dönüşümü bu aidiyeti nasıl etkiledi? Siz aynı zamanda İzmir ve İstanbul’a da çok vurgu yapıyorsunuz, bu şehirler nasıl etkilendiler bu son dönüşümden? Kısaca “yeni” rakıdaki “yeni” aslında nedir? “Yeni Türkiye” neye denk düşüyor sizce?

Ankara’nın kitaptaki yeri, benim hayatımdaki yerinden de kaynaklanıyor. Ben Ankaralıyım. Şimdi, Ankara Cumhuriyet’in ilk yılları için havadaki bir şehir. Hep söylüyorum: Aristofanes’in Kuşlar isimli eserindeki Havakukuşya gibi. Atina’dan sıkılmış iki şehirli… Neden sıkılmışlar? Çok tartışma var, ikide bir mahkeme kuruluyor, neredeyse her yeri çarşı pazar. Aslında cumhuriyetten, demokrasiden sıkılmışlar. Şöyle düzenli bir şehir olsun istiyorlar. Denizden uzak olsun ki kolay ulaşılmasın, şairler gelmesin, şehir plancılarını da istemiyorlar. Atina neyse onun aksi olsun yani.

Cumhuriyet elitlerinin hayalindeki Ankara da İstanbul’un aksi bir yer. Bu ne demek? Başkent olsun ama mümkünse şehir olmasın. Mümkün değil bu, ama bir kuşağın da içine işlemiş. 1940’ların sonunda İstanbul’da yetişmiş genç bir öğrenci, köyde öğretmenlik yapan sevgilisine mektup yazarken, “Ne yapacaksın büyük şehirlerde, öyle Rumların, Musevilerin içine çekip bıraktıkları havayı mı teneffüs edeceksin?” diye sorar. Ankara’da onlar oldukça az. Ama Yahudi Mahallesi’nin adını ne yapmışlar: İstiklâl.

Ama bütün bunlar hayalden ibaret. İktidarları biraz da kızları büyürken değişmek zorunda kalan babalara benzetiyorum. Elbette değişmeyenleri de vardır bu babaların. Ama değişmedikleri sürece hayat onlar için de çok yaşanır değildir herhalde. Ankara da benim yaşadığım sürece çok değişti. Benim hissettiğim asıl değişim, 2000’ler sonrasında şehir kimliğinin başkent kimliğinden baskın hâle gelmesi. Ben aslen Zaralıyım. Bu köken meselesi yüzünden kimse bana Ankaralı demezdi. Kimsenin de Ankaralı olmakla övündüğü filan yoktu. Şüphesiz bugün Ankaralı olmakta övünülecek bir şey bulmanın yine siyasetin gölgesinde yaşanan hayatımızla ilgisi var.

Siyasi iktidar, hani ne kadar kaldıysa o da, imparatorluk kimliği dolayısıyla abartılmış bir İstanbul sevgisine kapıldı ya; bu karşıtlık, karşılaştırma artık Türkiye’de bir klişe. Ankara da bir anda parladı. Ama depremdi filan derken birçok başka değişkeni de eklemeliyiz buna. Benim Ankara’yla ilişkim de değişken. Çok sevsem de, hayatımda olup bitenden ne yakınlarımı ne de kendimi sorumlu tutmamak adına ben de çuvaldızı önce şehre batırır, ama hemen sonra bunun saçmalığını hatırlarım. Ankara’da yaşadım diye olamadığım hiçbir şey yok.

İstanbul’la İzmir’e gelince… Herhalde bu son yirmi yılda İstanbul’a daha çok gittim. Ama İzmir’de de İstanbul’da bu köprülü, alt geçitli yollar çoğaldı. Konut, ofis ve AVM tipi bina toplulukları, cam cepheli yalan yeşilli gökdelenler her ikisinde de mevcut. Taksim çöle benzedi. Henüz değişim tamamlanmış değil aslında. Kurtuluş’un ara sokaklarında üç dört katlı tatlı apartmanlar var, yıkılıp dönüşenler de. Yenilerden her yerde mevcut. Fransız balkon diyorlar ya… O çıkıntıya Fransız deyince sanki güzel bir şey söylüyor.

Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi’nde gösterdiği bir gerçek var: Osmanlı diye daha önce hiç var olmayan kitsch bir geçmiş icat ettiler ya son yirmi yılda. Televizyon dizileriyle de tarih diye yutturuyorlar. O uyduruk olan işte hayallerindeki Kanal İstanbul. Boğaz ise gerçek olan. Eksilmiş, yeniden yapılmış, tamam, her yeri eskisi gibi değil ama orada işte zamanın akışını hissedebilirsin vapurda.

Bugünkü siyasi iktidar, karısının geçmişinden korkan erkeklere benziyor. Öyle sevgililer de vardır; geriye doğru kıskanır. Eski mektupları, fotoğrafları yok etmesini ister karşı taraftan. Öyle bir erkek işte iktidar. Sadece ona atıf yapabilecek izler kalsın istiyor şehirde, gerisi umurunda değil. Ama bütün diğerleri gibi çaresiz aynı zamanda. Çünkü nasıl bir şehirde ve ülkede yaşayacağımıza hükmeden beş on veya yüz, iki yüz kişi karar veremez nihayetinde.

Şimdiyi yaşıyoruz, aksi mümkün değil. Sabırsız varlıklarız, çünkü ömrümüz kısa. İnandığımız güzel her neyse hemen olsun istiyoruz. Ama nihayetinde “Yeni Türkiye”ye insanlar karar verecek, siyasi iktidara slogan üreten reklam şirketi çalışanları değil. Oradaki adlandırmayı da biraz şöyle görüyorum: Devlet de değişimin farkında, şimdiden “yeni” deyip önümüzdeki yıllarda geç veya erken olabilecekleri ben planladım demenin peşinde.

Şöyle tamamlayayım: Yeni Rakı’daki “Yeni”, bir tekelleşmenin adıydı. Daha önce bin bir çeşit rakı markası vardı. Tekel’in daha önce çıkartmaya başladıklarından biriydi “Yeni” isimli olanı. Rakı üretimi de tekelleşince Kulüp’le beraber o kaldı. Diğerine göre yumuşak ve hesaplı olduğundan belli ki daha çok içildi.

Belki sizin sorunuzda böyle bir sezgi var. Nasıl “Yeni” rakının tekelleşmesine ait bir gösterense, ardındaki hikâyeyi bilenler için siz de siyasetteki manzarayı aynı sıfatla özetliyorsunuz soruda. Ama “Yeni Türkiye” bence “Yeni Rakı” kadar sabit ve değişmez olmayacaktır. İkisini de bize sunulduğu hâliyle deneyimlemek zorunda değiliz. Ben kadehteki rakıya eşit miktarda su katar ama iki de buz atarım. Neredeyse hiç yalnız başıma içmedim.