Nişantaşı Rüştü Uzel Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi Yiyecek ve İçecek Hizmetleri Bölümü’nden mezun olan Zeynep Asutay, lise yıllarında Humhum Bees Cafe restoranda staj yaptı. Halen Bilgi Üniversitesi Aşçılık Bölümü’nde 1. sınıf öğrencisi.

Zeynep Asutay: İlk öyküde, Roberto Bolaño’nun “Uzak Yıldız”ı için, “Benim dünyama uygun bir anlatı tarzına sahip” diyorsunuz. Yazar olarak siz nasıl bir hayal dünyası kuruyorsunuz?

Ayfer Tunç: Ben de aslında Bolaño gibi biraz ayrıntıcı, derine inen bir insan renkliliği veya durum renkliliği içeren bir edebiyat tarzını seviyorum. Dış dünyayla çok ilgiliyim genel olarak. Yani dışarıdaki hikâyeyi alan biriyim. Transfer ediyorum hikâyeyi. Bazı yazar kendi kendine gelen bir şey yazar, ben hep dışarıdaki insanların hikâyeleri ile çok ilgiliyim. Hem okur olarak renkli hem de çok boyutlu, değişik karakterlerin dünyaların olduğu edebiyatları seviyorum. Kendi edebiyatım da buna yakın bir şey. Ben Bolaño’dan birazcık daha farklı olarak, biraz daha melankolik edebiyat tercih ediyorum ama okur olarak da çok severim melankolik edebiyatı.

Murat Gülsoy: Geniş bir soru tabii ki. Yani çok farklı noktalardan insanın aklına gelen birtakım meseleleri öyküye ya da romana geçirmeye çalışıyorum. Daha doğrusu toparlayayım. Bir süre sonra yaza yaza bir ruh durumu oluyor. Aklınızdan geçenler iç dünyanızda olup bitenlerin bir kısmı, Ayfer’in de demin söylediği gibi, ‘’transfer’’ ediliyor yazıya. Bir kısmı bir biçimde bir öyküye ya da romana ama bir yazıya illa ki dönüşeceğini hissediyorum. Yazdıklarımı not alıyorum defterlere ama ne zaman öykü, roman olacakları belirsiz oluyor. Böyle yavaş yavaş bir şeyin tortulandığını hissediyorsunuz. Bir an geliyor ve artık tamam ‘’Ben bunu yapmalıyım…’’ Mesela benim resim sanatı ile ilgim vardı. Şimdi belli bir zaman geliyor, ‘’A, bu konuda artık bir roman yazmak istiyorum’’ dediğimde zaten zaman içerisinde bununla o kadar çok ilgilenmiş oluyorum ki o artık birikmiş ve belli bir noktaya gelmiş oluyor. Tabii ilhamla ilgili bir şey ama her zaman böyle soyut bir konu değildir. Daha çok aslında derinde yatan şey, öyküyü ya da romanı yazdırtan şey, bir pürüzdür aslında dış dünyadaki. Yani şey benzetmesini çok seviyorum, tabii böyle benzetmeler kulağa çok kötü geliyor bazen ama ‘’istiridyenin içine kaçan küçük kum zerresinden kurtulmak için istiridyenin, onu sedefle kaplamaya başlaması ve bir inciye dönüşmesi.’’ Yani bir pürüzle uğraşıyoruz aslında. O senin içinde bir pürüz, bir sorun aslında. O sorun tabii çok yönlü de olabiliyor. Memlekete dair olabilir, insanlığına dair, cinsiyetine… Her şeyine dair bir pürüzdür ve her şeyle bağlantılıdır. Adını koyamazsın, rahatsız eder, biraz onu güzelleştirmeye çalışırsın falan. Yani ben biraz ona benzetiyorum.

Zeynep Asutay: Teknolojinin kitaplar üzerindeki etkisini nasıl yorumluyorsunuz?

Ayfer Tunç: İki açıdan değerlendirebiliriz. Birincisi; bir nesne olarak, bir amaç olarak teknolojinin kitabı etkilemesi. Örneğin: E-Kitap. Bu elektronik kitap demek. İkincisi; edebiyatın içinde teknolojinin yer alması. Bunlar iki ayrı konu. Edebiyatın içinde teknolojinin yer alması, eski yıllarda Dünya Edebiyatında da Türk Edebiyatında da bir sorun olarak görülüyordu. Bir zamansızlık ifadesi aranırdı. Zaten teknoloji, günümüzdeki kadar hızlı değişen ve zamanı imleyen bir şey değildi o zamanlar. Araba arabaydı, radyo radyoydu fakat günümüzde teknoloji gelişmesi çok hızlı, teknolojik ürünler çok değişik ve çok hızla değişiyor. Mesela on sene önce ya da on beş sene önce cep telefonları akıllı telefon değildi. Bugün akıllı telefon çıktığı için artık normal o telefonların bir anlamı kalmadı. Dolayısıyla işte Facebook ilk çıktığında insanlar üzerindeki etkisiyle bugünkü etkisi aynı değil. Teknolojik gelişme edebiyatın doğasını da çok yakından etkileyen bir şey. Ama nesne kitap olarak bakarsak, ben orada bir kitabın her zaman üstünlüğünü ilan ettiğini düşünüyorum. Türkiye’de çok satılmıyor E-Kitap, nesne kitap daha çok tercih ediliyor. Dünyada öyle değil ama yine de dünyada normal nesne kitabın da satışında bir düşme yok. Sadece E-Kitap satışı artıyor. Bu da okuma artışı anlamına geliyor. Ama insanlar batıda yapılan araştırmalara göre bir bölümü, birçok küçük de olsa, E-Kitap olarak okusa bile nesne olarak da alıyor kitabı. Çünkü o nesnenin verdiği duygu bambaşka bir duygu. Bence E-Kitabın, teknolojinin asıl bilimde çok yararı var, bilim kitaplarında. Koca kütüphaneyi cep telefonunuzda taşıyabilirsiniz eğer araştırmacıysanız.

Murat Gülsoy: Başlangıcında da zaten teknolojinin etkisi de vardı. Romanın ortaya çıkabilmesi için matbaa gerekiyor, matbaa bir teknoloji. Eğer yoksa matbaanız, roman yazamazsınız. Zaten nasıl çoğaltacaksınız. Kim sizin yazdığınız romanı elle çoğaltır ki çok pahalı bir şey. Kim alacak ondan sonra. Bütün bunların 1600’lerde başlaması tesadüf değil. Biz şimdi hep edebiyat deyince, roman ve öykü sanki insanlık var olduğundan beri vardı gibi düşünüyoruz. Aslında öyle değil, o teknoloji çıktı ve bizde böyle roman ve öykü, hatta gazete ve dergi yaygınlaşmadan öykü de yoktu. Geleneksel hikâye var, başka bir şey yok ama bu türlerin ortaya çıkması zaten teknolojinin ürünüydü. Sonra ne oldu, tiyatro vardı ama sinema çıktı. O da teknolojinin bir ürünü ama diğerleri yok olmadı. Eğer bir ilerleme varsa, sinema tiyatroyu yenecek, internet onu yenecek… Sanki tek bir yöne doğru gidecek bir ok ve en son kazanan hepsini silecek. O öyle olmuyor, olmaması da daha iyi çünkü ben bu tür dijital mecralara da çok güvenmiyorum; çok kaygan, çok değişken, çok çabuk kontrol altına alınabilir. Yani “1984” romanı neyi anlatır, Büyük Birader nasıl gerçekliği değiştirecek. Ama mecburen artık makasla kesecekler gazete kupürlerini, yenisini basıp oraya yapıştıracaklar falan. Şimdi ihtiyaç yok ki. Birkaç dakika içerisinde bütün tarihi, dijital ortamda yeniden kurgulayabilirsiniz. Bir gazete vardı bir zamanlar Radikal diye, bütün arşivi yok oldu. Artık oradaki yazılar yok, hiç yazılmamışçasına yok. Şimdi kitap öyle değil, bir nesne olarak hâlâ güvenebildiğimiz bir ortam.

Ayfer Tunç: Baskıcı bir sistem hepsini yok etse bile bir tanesi yine kalır.

Murat Gülsoy: Evet kalır, zaten toplayamıyorsun ki. Neyse, teknoloji böyle hakikaten ucu çok açık konu.

Zeynep Asutay: Kitapta geçen bir soruyu size sormak isterim. Sizce şiir “yapılır mı yoksa yazılır mı”?

Murat Gülsoy: Eski tartışma…

Ayfer Tunç: Bu biraz bana söylemesi zor bir konu gibi geliyor. Yani kitap yapılır, buna ikna oldum çünkü yazmak eylemi ile kitap yapmak ve kitap yazmak eylemi aynı şey değil. Çünkü kitabı kurgularken yazmanın ötesinde bir şeyler yapıyoruz, parçalıyoruz, değiştiriyoruz vs… Ama şiir, şiir de yapılır. Yani kelimeleri bir araya getiren bir şey. Yazmak bana biraz daha süre giden bir eylem hissi veriyor. Şiir öyle değil yani Yahya Kemal şiirlerini bence yazmıyordu, yapıyordu. Bir kelimeyi arıyordu mesela. Yıllarca arıyordu, bulup oraya o kelimeyi koyuyordu falan. Dolayısıyla biraz zor bir soru ama ben sanatın hangi dalı olursa olsun, yapmak eyleminin sanata daha yakıştığını düşünüyorum.

Murat Gülsoy: Ben de benzer şekilde düşünüyorum. Hangi öykü olsun, roman olsun, şiir yazmadığım için o konuda çok fazla bir şey söyleyemeyeceğim ama farklı olduğunun düşünmüyorum. Bütün sanatların çok temel birkaç özelliği var, hakikaten sizin iç dünyanızdan kaynaklanan bir şey. Onun üzerine o sanatı icra ettiğiniz teknik bir donanıma da ihtiyacınız var. Salt ilham demek mesela, okuma yazma bilmeyen birine ilham gelse bile ne olacak yazamadıktan sonra. Yani ikisinin de ucu bucağı olmayan bir teknik, zanaat… Teknik de diyebiliriz buna, sanatçıyı sanatçı yapan o tekniğe olan hâkimiyeti. Yani ressamsa bütün boyaları bilecek, sadece renklerin birbiriyle nasıl ilişkide olduğunu değil. O boyanın nasıl yapıldığını da bilirler. O tuvallerin nasıl yapılığını da bilirler, eliyle yaparlar yani. Daha sonra onun içerisinde kompozisyonunu çizecek. Yazı araçlarını tanır mesela yazarlar. Kalem, defter, daktilodur… Bunun gibi yani, oradan başlayarak tabii ki bir de dilin kendine özgü teknikleri de var. Zamanında o tartışma nasıl yapıldı bilmiyorum ama daha şey bir görüş de vardır ya, ‘’Sanat fazla teknik ile kirletilmesin.’’ Çünkü o iç dünyadan gelen bir mesaj. Bunlar böyle sanatı yüceltmek için kurulmuş cümleler gibi görünse de son derece çarpık bir dünya görüşünü yansıtıyor. Emeği hiçe sayan, tamamen birtakım doğuştan şanslı olduğunu varsaydığımız insanlara atfettiğimiz büyük bir değer. Tamam, doğuştan gelen birçok özelliğimiz çok önemli ama onlar eğer emek verilmezse, çalışılmazsa hiçbir işe yaramıyor. Ve insanları da yabancılaştırıyor sanata, şaire, ressama hatta bilim insanına… Öyle bir şey vardır, saçı başı dağınık fizikçi aslında ne yaptığını bilmiyor, hep bu vurgu var. Tamam, bilmediği bir tarafı var ama bildiği de birçok şey var. Bu biraz eski büyücü gibi olsun, peygamber gibi olsun…

Ayfer Tunç: Tuhaf bir romantize etme var.

Murat Gülsoy: Sıradışı olsun derken aslında çok metafizik bir şeye doğru savruluyor insanlar. Öyle değil, çok çalışılan bir şey. Yazar hastalığı nedir, boyun fıtığı.

Zeynep Asutay: “Felaketzedeler Evi” kitabındaki satırlar dikkatimi çekiyor. Faulkner diyor ki: Anlatmaya değer üç şey var yeryüzünde. Aşk, ölüm, para… Peki sizler için anlatmaya değer neler var?

Ayfer Tunç: Ben insan olma halinin hepsinin anlatmaya değer olduğunu düşünüyorum ama Faulkner’ın çok haklı olduğu şöyle bir şey var; insanın sınandığı alanlar bunlar. Yani insan aşk karşısında, para karşısında ve ölüm karşısında sınanıyor. Dolayısıyla insanlık durumunun en güçlü ortaya çıktığı alanlardan bunlar ama ben yazar olarak aileyi çok önemsiyorum. Çünkü insanın kendini en yakın hissettiği sandığı yabancılar silsilesi aslında ve o aile ilişkilerinin geleceğini nasıl etkilediği. Yazdıklarımda sosyolojik bir boyut da olsun istiyorum, yani yaşadığım ülkenin şartlarını, karakterleri biçimlemesi… Ama benim için yazmaya değer olan insanın kendisi yani. Her insanın hikâyesi benim için yazmaya değer. Yeter ki nerden bakacağımızı bilelim.

Murat Gülsoy: Ben de benzer şeyler düşünüyorum. Daha genel, daha uzaktan bakıldığı zaman da insan korkuları ve arzuları üstünden aslında üretiyor. Hep bu ikili var, biri olmadan öteki olmuyor zaten. Hep arzular var ve bizi yaşama bağlayan şeydir aslında. Bir taraftan da korkular vardır, ölüm etkisi. Bu ikisi içinde debeleniyoruz. Bunları yazıyoruz aslında, daha doğrusu şöyle söyleyeyim: Bir yazar kendi arzularına ve kendi korkularına ne derece yaklaşırsa başkalarına da o kadar rahat ulaşıyor aslında. Çok hakiki geliyor, bize anlatılıyor gibi geliyor. Halbuki kendinden hareketle başlıyor anlatmaya ama o kadar iyi bakıyor ki kendine, biz kendimizi buluyoruz gibi. Yani yazarlık meselesi ya da sanatçılık meselesi steril bir ahlaki nokta var.” Ben hallettim kendimle ilgili her şeyi şimdi diğer insanları inceleyip onlar üzerine bir şey…” Böyle bir şey değil, öyle olunca da çok kuru, zamana dayanıksız, yapay. Çok iyi yazabilirsiniz ama zamana dayanmayan bir şey bence orada yok. O kişi neden o kişi ile ilgili, neden yazdıklarını okuyoruz gibi.

Zeynep Asutay: Dag Solstad’ınMahcubiyet ve Haysiyet” romanından bahsederken Freudyen’in “Siz bu hikâyeye bakmayın, arkasında başka bir imgesel düzlem var” dediğini okuyoruz. Peki sizin “Siz bu hikâyeye bakmayın, arkasında başka bir … var” diyebileceğiniz bir kitabınız var mı?

Murat Gülsoy: Şimdi vardır da biz bunu nasıl söyleyelim.Biz söyleyemeyiz gibi geliyor bana.

Ayfer Tunç: Aslında her kitapta vardır.

Murat Gülsoy: Ama arkasındakini açıklamazsınız, açıklayamazsınız. Açıkladığınız zaman arkasında değil demektir.

Ayfer Tunç: Açıklayamadığın için romanını yazıyorsun zaten.

Murat Gülsoy: Evet, tam da o korkular ve arzular dediğimiz şey. Adını tam koyamadığın için bir pürüz zaten o. Adını koysan, sorunun ne olduğunu tespit etsen ona göre önlemini alırsın. Başa çıkamıyorsun, o seninle beraber zaten. Varoluşunun bir parçası, arkadaki şey o. Ama o şeyi ancak bununla gösterebiliyorsun, bir daha söyleyemezsin.

Zeynep Asutay: Son olarak kitaplarınız hakkında konuşmak isterim. Kitabın sonuna gelirken, son bölümde ilhamdan bahsediyorsunuz. Dinlediğiniz şarkılar, gördüğünüz nesneler veya sosyal hayatınız bile kitap konularınıza ilham olurken, ilginç bulduğunuz bir ilham anınız var mı?

Ayfer Tunç: Benim aslında çok. Bir tane örnek veremem, daha doğrusu şu; benim hayata karşı çok algılarım açık. Bu isteyerek yaptığım bir şey değil. Ama sokak seslerine çok duyarlıyımdır. İnsanların konuşmalarına, önümdeki yürüyen insan telefonda konuşuyorsa nasıl bir dünya içinde olduğuna falan. Böyle insanlara çok bakarım. Bir şey çok ilham verdi fakat yazamadım. Gözümün önünde bir manzara olarak kaldı. Harbiye’de bir tane huzurevinin -şimdi ismi aklıma gelmedi- giriş katında bir adam dikkatimi çekti. Yaşlı adam oturmuş, aynayı koymuş önüne makas ile burun kıllarını kesiyordu mesela. Şimdi bu benim gözümde bir kare olarak kaldı. Bundan film yapmak istiyorum, yönetmen olsam filmini çekerdim bunun. O kadar ilginç ki aslında adamın dünyasına girmek. İstanbul’un göbeğinde azınlıkların kaldığı bir huzurevinde yaşlı bir adam. Nasıl kavgacıdır, nasıl bir dünyası vardır… Yani işte böyle başlıyor bende. Bu adamı yazmadım ama bu tür süreç işliyor genelde.

Murat Gülsoy: Benim de bir sürü yerden oluyor. Bir örnek verecek olursam: Çocukluğumda ansiklopedi okuyan bir kişi. Bakıyorum fesli bir adam, Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşamış. Altında da diyor ki: “ Bu ilk Türk materyalisti” ve intihar anına kendisini not etmiş. Beşir Fuad isminde bir adam ve başka da bir şey bulamıyorum. Bu dediğim ortaokul yıllarında okuduğum bir şey ve bu hep aklımda kaldı. Ben bunu okuduğumda ne ileride bir şeyler yazacağımı biliyorum, düşünüyorum ne de bir şey. Sadece ilgimi çekiyor. Kafamda kaldı çünkü adam intiharını not etmiş, ölürken deney yapıyor. Ölüm deneyini kayıt altına alıyor. Materyalist yani inançsız. “E, ben de inançsızım o zaman beni de mi böyle bir son bekliyor” korkusu ile o adamın bunu, o zamanlar yapabilmiş olmasının yarattığı çekim. Yıllar sonra benim “Gölgeler ve Hayaller Şehri” romanımı yazmama vesile oldu. İlhamı buydu yani. Bazen de tuhaf bir düşünce oluyor, hep düşündüğüm şeyler, yapay zekâ vs. çok ilgi duyan biriydim. Bir gün şunu düşündüm: Vücut eskiyor ve keşke silikon ortama aktarabilsek, bilgisayar ortamına aktarabilsek. Ne güzel sonsuza kadar yaşarız, öyle bir fantezi. Sonra bunun olmayacağının çok farkındayım, teknik olarak olmayacak. Zihnimizi bir başka ortama aktaramayacağız çünkü zihnimiz, beynimiz bu şekilde olduğu için zihnimiz var. Başka bir ortamda çalışmaz. Peki ya bir başka zihnin içine aktarılsa? Bu mümkün olabilir, belki daha genç bir beyinin içine. O zaman ne olacak öteki zihin. Ya bu hiç fena olmaz dedim, böyle bir teknoloji olabilir. Yani bir başkasının zihninin içine yaşarsın. Peki ya bu kimin işine yarar? Yalnızlar için çok güzel bir şey olur. Yalnızlıktan kurtulmak için bir teknik. Bence dedim, yalnız insanlar böyle bir servis satın alabilirler. “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” romanı böyle çıktı mesela. Aynı dönemde yayınlandıktan sonra da dizilerde de çıktı. Bu tür düşünceler birçok insanın aklına gelecek çünkü ortam bizim bir süre sonra o çıkarımları yapmamıza sebep oluyor. Bakın verdiğim iki örnekte de ortak olan şey benim ölüm korkum aslında. Birinde çok eğlenceli bir çözüm. Bir tanesinde de dehşetengiz bir şey. İkisi de yazarak bir şekilde onunla iyileşmiş oluyor.

Ayfer Tunç: Yine Faulkner’ın sözüne geliyoruz; ölüm.