1968 yılında Trabzon’da doğmuştur. Yedi yaşından beri ailesinin de desteği ile çok iyi bir okurdur. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun olmuştur. Evli ve iki çocuk sahibidir. En büyük ilgi alanı, kariyeri boyunca hep daha çok zaman ayırmak istediği edebiyattır.

Yazar Başar Başarır’ın yeni romanı Dünyanın Bütün Fıstıkları kitapçılardaki raflarda yerini aldı. Can Yayınları’ndan çıkan kitap bizi medya toplantı masalarından Kozak yaylasındaki fıstık ağaçlarına götürüp iki zıt kardeşin dokunaklı hikâyesini anlatıyor. Yazarın akıcı dili ve mekânlarla insanlar üzerindeki tespitleri romanın içine çekilmenizi sağlıyor. Kardeşlerin geçimsizliği insanların hırsları ve doğaya yapılanlar, herkesin kendinden bir şeyler bulacağı hayat hikâyeleri… Yazarın dediği gibi: “Kanımca dünyaya bir şey olmaz, olursa insana olur.” Edebiyatımızın kıymetli ismiyle kitabı hakkında konuştuk. Söyleşimizi ve elbette romanı okumanız dileğiyle.

Vildan’ın sorusuyla başlamak istiyorum: ”Seyfettin’le Aksel kardeş, aynı anadan, aynı babadan olma, aynı evden yetişme. Nasıl bu kadar farklılar, aklım almıyor. İki kardeş ayrı olur da bu kadar mı olur?” Birbirine zıt hatta düşman iki erkek kardeşi anlatıyorsunuz. Genetiğin garip bir cilvesi mi yoksa psikolojinin tez konusu mu, siz yazarken ne düşündünüz, ikisini de bize sevdiren anlatımınız bir yana, okur ne hissetsin istediniz?

İki kardeş ayrı olur. Bu kadar da olur. Bizzat kendim gördüm yaşadım, biliyorum. Anadolu’da bir söz vardır: “bir meşeden okluk da çıkar bokluk da” derler. Bilmem daha fazla söze gerek var mı? İki karakterin de sevilmesi doğal, çünkü yazarken benim duygum da bu yöndeydi. Öte yandan yazarken okuru düşünmek, duygularını hesap etmek istemem. Yazmaya oturduğumda temel hedefim çatışmayı iki erkek kardeşin arasında aramaktı. Sonra bu yağ lekesi genişledi, genişledi, köylüyle kentli arasındaki kapışmayı da kapsar hale geldi. Anlatıcının sesinde taraf tutmadan, her iki kutbun muhtemel, kendince rasyonel, kısacası beklediğimiz davranışlarını/yanlışlarından söz açmaya gayret ettim. Nihayetinde insanız, hepimizin olumlu yanları kadar olumsuz tarafları da var. Durmadan yanlış yapıyoruz. Okur bu resimde -bulursa- kendisini ve çevresini bulacaktır. Gerisine karışmak yazarın işi değil.

Televizyon yapımcılarının şaşaalı toplantı masalarından Dağyüzü köyüne, şehirdeki plaza çalışanından köydeki fıstık toplayıcısına, iki yaşam tarzını da iki yerdeki insanları da biliyorsunuz. Sizin ait hissettiğiniz yer neresi, hangi yaşam tarzı?

Ben kimsesizler kabilesindenim. Yabanım. Yüzde yüz yerliyim ama kesinlikle milli değilim. Milliyete inanmıyorum. Hatta tamamen karşısındayım. Kendimden ve yakın çevremden gayrı bir kavmim yok. Yazarken bir avantaja dönüşen bu köksüzlük yaşarken bazen acıtabiliyor. Dünyanın en zayıf lobisi olan yazı kabilesinin bir ferdi olmak bazı riskler de içerebiliyor. 

Neyse ki zamanın çoğunu tükettik. “Bilme” işi zaten buradan geliyor. Elli üç yaşındayım, ekmek parası uğruna pek çok işe girdim çıktım. Şu dünyanın sunduğu paskalya yumurtalarını tek tek dişime vurdum. Dolayısıyla hayat öğretti. Ama bu benim marifetim değildir. Odunu koysan muhtemelen o da öğrenirdi.

Romanın ana karakterlerinden biri Parpıcı Meryem Ana. Köyün şifacısı ve çoğunun ebesi olan bu kadını bir şekilde köy görmüş herkes tanıyacaktır. Siz gördünüz mü, birilerinden dinlediniz mi, bu kadar iyi nasıl anlattınız?

İltifat etmişsiniz, teşekkür ederim. Şunu söyleyerek başlayayım, klasik büyük şehir anlatıları, sadece kent insanına yaslanan kurgular biraz sıkıcı gelmeye başlamıştı bana. Kendime yeni ufuklar, defterime yeni bahçeler aramaktaydım. Bununla beraber, klasik anlamda köyde hiç yaşamadım ben. Şehir çocuğuyum. Köylüyü dışarıdan gelen biri ne kadar ve nasıl tanıyabilirse o kadar tanırım. Lakin yazarken sadece şahsi tecrübelerimize yaslansaydık külliyat çok dar kalırdı. Ben de okudum, araştırdım, gezdim, dinledim, izledim. Biliyorsunuz roman şubat ayında başlayıp kasım ayında bitiyor. Ben de şubat ayında yazmaya oturdum, kasım ayında son noktayı koydum. Bu süre zarfında birden fazla kez olayların geçtiği yere, yani Kozak yaylasına gittim. Orada fotoğraflar çekip çevreyle ve insanlarla temas ettim. Zaten okumak kadar öğrenmeyi de severim. Gerisi? Gerisi kurgu evreninin serpiştirdiği peri tozudur sadece. 

Kapitalizmin toprağa, ağaca acımasızca saldırısı çokça şahit olduğumuz bir durum. Paraya sıkışan köylünün kolayca ikna oluşu, sonrasında ağaçların yeniden büyüyeceğine olan inancı, elbette kendini tek sahip sanıp yıkılıp geçilen yerlerdeki hayvanları hiç hesaba katmayışı… Farkı bir yerden bakmamızı sağlıyorsunuz. Sonradan pişman oluyorlar ama başlangıçta gösterdikleri rıza hakkında ne söylemek istersiniz?

“Normaldir” derim. Özetlediğiniz kahredici hikâye bu topraklara özgü değil çünkü. Siz kapitalizm demişsiniz, adına ne dersek diyelim, bu düzen bizim icat ettiğimiz bir şey değil ki. Üstelik feodalite zamanında da bazen parayla, bazen kaba güçle köylünün elinden toprağı alınırdı. Bence mesele “insanın tabiata yaptığı kötülükler” parantezinde saklı değil. İnsan ne yaparsa kendine yapıyor. Bu dünyada yaşama ehliyeti olmadığını kanıtladıkça tabiatın ezici gücü karşısında yok olmaya bir adım daha yaklaşıyor. Er ya da geç tabiat ana o her zamanki muhteşem formatlarından birini atacak, şu mavi küre üzerinde pervasızca dolaşıp duran insan türünü yeryüzünden silecektir. Kanımca dünyaya bir şey olmaz, olursa insana olur.

Anlatımınızda hoş bir mizahi yan var, pek çok satırda kendimi gülümserken buldum. Okur gülümsesin istemiş olmalısınız, bu hazin hikâyede bunu başarmış olmanız çok güzel. Biraz bundan söz edebilir misiniz?

Başarabildiysem ne mutlu bana. Beni bahtiyar ettiniz. Evet, yazarken böyle bir tavrım var benim. Hep var. Bu tavır insanın kendisini çok fazla ciddiye almasıyla dalga geçmek üzerine kurulu. Dikkat buyurun, ben demiyorum ki acılar, dertler yok. Yürekler yanmıyor. Elbette var. Şu ülkenin her sabahı ayrı bela, yeni bir dertle doğuyor. Misal, içimizden birileri milletvekili seçildiği halde mazbatası verilmiyor, yok yere, uyduruk suçlamalarla 18 yıla mahkûm ediliyor. Bu karanlık atmosferde edebiyat biraz ışıldamalı. Gülümsetmeli. Zor zamanların çaresi, ilacı olmalı diyorum ben. Zaten elimden de başka türlüsü gelmiyor.

Anlattığınız her şey gözümün önünde detaylı şekilde canlandı. Ben bu kadar görsele taşıyabildiysem bir film yönetmeni bu romandan şahane bir film yapabilir. Ne dersiniz?

Çok iyi olur derim. Bana sorarsanız da öyle. Elbette ki işin uzmanı değilim, haddimi aşmak istemem. Ayrıca yanlış anlaşılmasın, filme çekilsin, senaryosu olsun maksadıyla falan yazmadım. Ben yazma işindeyim, en iyi bildiğimi yapıyorum. Gerisi işin erbabına kalmış.