Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Okuryazar Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmeni Çağla Ağırgöl ile edebiyata dair…

Çağla Hanım, Okuryazar Yayınevi’nin nasıl bir hikâyesi var? Hangi yollardan geçtiniz? Bu yolları aşarken ne tür zorluklarla karşılaştınız? Ve bugün bakıldığında nerede durduğunuzu düşünüyorsunuz? Bugüne kadar kimleri yayımladınız? Yeni hedefleriniz neler?

Yayıncılığın yalnızca kitap basmakla sınırlı bir faaliyet alanı olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Bir yayınevi aynı zamanda bir bakış, bir ses, bir hafıza kurar, kurmak zorundadır. Bizim, yayıncılar olarak böylesi bir sorumluluğumuz olduğunu ısrarla kendime de hatırlatırım.  Okuryazar Yayınevi’nin serüveni bana kalırsa, tam da böyle bir çabanın, yani sadece kitap yayımlamakla kalmayıp edebi ve düşünsel bir alan açma arzusunun ifadesidir. 2010’da Erkan Çağlar tarafından başlatılan bu yolculuk, zamanla değişen dünyaya, dönüşen okuma alışkanlıklarına ve elbette Türkiye’nin kültürel iklimine duyarlı bir biçimde şekillendi. Ben bu hikâyeye son dört yılda dahil oldum. Belki de tam da bu yüzden, yayınevinin hikâyesini içeriden olduğu kadar dışarıdan da okuyabilme imkânına sahip oldum. Çünkü her kurumsal hikâye, biraz da sonradan dahil olanların bakışıyla yeniden yazılır.

Başlangıçta karşılaştığımız güçlükler sadece ekonomik değil, daha çok estetikti. Zira bir yayınevini yeniden kurmak, yalnızca yeni logo çizmek, yeni grafik çözümler üretmek değil, yayınevinin sesini, tınısını, söze yaklaşımını baştan düşünmek demektir. Bu doğrultuda yayınevimizin kurumsal kimliğini, logosunu, kapak ve grafik tasarımına ilişkin pek çok şeyi değiştirdim. Yeni bir ekip kurarak Okuryazar Yayınevi’ni yeniden inşa etmiş oldum. Bu yeniden düşünme ve inşa etme süreci kimi zaman sancılı oldu. Ama yayınevinin genel müdürü Erkan Çağlar’ın yeniliğe açık ve yapıcı tavrı, o sancının yaratıcı bir doğum haline gelmesini sağladı.

Bugün geldiğimiz noktada Okuryazar Yayınevi, sadece çocuk edebiyatı değil, yetişkin edebiyatı alanında da nitelikli üretimlerin, düşünülmüş çevirilerin, edebi titizlikle yürütülen editöryal süreçlerin peşinde olan bir yapı haline geldi. Adnan Özyalçıner, Sennur Sezer, Yalvaç Ural, Zehra İpşiroğlu, Süleyman Bulut, Gülsüm Cengiz, Necdet Neydim, Gülseli İnal, Adnan Binyazar ve Mehmet Yaşin gibi pek çok yazarımızın eserlerini yayımladık, kimini ise şu an yayına hazırlıyoruz. Ayrıca dünya edebiyatından klasik, modern ve çağdaş edebiyatın önemli pek çok eserini Türkçeye kazandırdık. Bu kitaplar arasında en sevdiklerimizden ve dünyada 21 dile çevrilen, Portekizli yazar José Jorge Letria’nın Bir Kitap Olsaydım kitabını, Federica Magrin’in Doğa Kahramanları’nı da burada anmak isterim. Farklı kültürel tonlara sahip yazarların eserlerini Türkçeye kazandırmak öncelikli hedeflerimizden biri olmaya devam edecek. İster çocuklara isterse yetişkinlere yönelik olsun bütün bu metinler yalnızca “okunacak şeyler” değil; aynı zamanda bir duyguyu paylaşma ve bir karşılaşma alanı. Ve o karşılaşma alanını da hep daha fazla büyütmek en büyük hayallerimden bir tanesi.

Bundan sonrası için hedefimiz, edebiyatın diline ve hafızasına sadık kalan ama aynı zamanda bugünün bireysel ve toplumsal kırılmalarına gözünü kapamayan bir yayıncılık pratiğini sürdürebilmek. Türkçenin içinde ne olup bitiyorsa, onunla diyalog kuran bir edebiyatı mümkün kılmak. Belki de en doğrusu şu: Edebiyatın bize ne söylediğini değil, edebiyatın bize hangi soruyu sordurduğunu önemseyen bir bakışı diri tutmak.

 

Yayıncılar cephesinden bakıldığında sizce yetişkin edebiyatı Türkiye’de nerede duruyor?

Bu soruyu yanıtlamak yalnızca yayıncılık dünyasına değil, Türkiye’deki kültürel iklime, birey olma biçimlerimize ve edebiyatla kurduğumuz ilişkiye dair bir şey söylemek anlamına geliyor. Çünkü edebiyat, sadece “anlatılan”la değil, “kimin anlattığı” ve “kime anlatıldığı”yla da ilgilidir. Dolayısıyla Türkiye’de yetişkin edebiyatının nerede durduğunu sorgulamak aslında “hangi yetişkinin, hangi sözle muhatap olduğunu” sormaktır biraz da. Yetişkin edebiyatı, uzun süredir bir arada var olamayan kimliklerin ve hayal kırıklıklarının sahnesi. Edebiyat kimi zaman bir sığınak işlevi görüyor; içe kapanarak kendini koruma refleksiyle yazılan, okunan metinler var. Kimi zaman da bir yüzleşme aracı oluyor; toplumun bastırdığı hikâyeleri, susturulmuş sesleri, sessizliğin içindeki çatlağı açığa çıkaran bir alan. Türkiye’de edebiyat, çoğu zaman bu iki kutup arasında salınıyor: biri estetik sükûnetin, diğeri etik gerginliğin çağrısında yol kat ediyor. Ama şunu da göz ardı etmemek gerek: Bugün Türkiye’de yetişkin edebiyatı, kamusal alandan çekilmiş bir edebiyat. Yani geniş kitlelerle konuşmak isteyen ama onları tam olarak bulamayan, okunmak ile yetinilmek arasında kalan bir edebiyat. Özellikle genç kuşaklar nezdinde edebiyatın artık “anlam üretme” gücünün değil, “kimlik üretme” arzusunun öne çıktığını görüyoruz. Bu da bizi kaçınılmaz olarak yeni sorularla karşı karşıya bırakıyor: Edebiyat, hâlâ düşünmeyi, sorgulamayı, hayal etmeyi mümkün kılan bir alan mı? Yoksa artık yalnızca duygusal bir yankı odası mı?

Türkiye’de yetişkin edebiyatı, tam da bu sorularla boğuşarak ilerliyor. Bazen geriye çekilerek, bazen yeni türlerin (deneme, otobiyografi, kişisel anlatı) gücüne yaslanarak, bazen dijitalleştikçe parçalanarak… Ama her şeye rağmen bir tür direnç alanı olmayı sürdürüyor. Edebiyat, hâlâ bir sessizliği dile getirme biçimi. Ve belki de asıl gücünü buradan alıyor.

Bugün edebiyat, belki de hiç olmadığı kadar fazla sesin birbirine çarptığı bir alan. Ama o seslerin altından hangi sessizlikler çıkıyor? Hangi anlatılar yüzeye çıkarılıyor, hangileri bastırılıyor? Edebiyatın bugünkü hali bir yandan bir çoğulluk illüzyonu yaratıyor; ama bu illüzyon, bazen derin bir tekdüzelikle el ele yürüyor. Bizim görevimiz, yankısı kimseye ulaşmayan sesleri duymak, yazılmayanı hissetmek, sorulmayan soruyu sormak. Edebiyat, sadece cevapların değil, yanıtı verilemeyen soruların da mekânıdır. Türkiye açısından bugün henüz kendi edebi diline ulaşmakta sorun yaşayan bir edebi kamudan bahsetmek mümkün. Bu, okur kamusunu da değiştiriyor, dönüştürüyor. Diğer taraftan dünya edebiyatının karşısında kendisini konumlandırabilecek yeni bir dil kavrayışına sahip olabilmesi de çok önemli.

 

Ya yayıncılık? Dünya edebiyatıyla kıyaslandığında nasıl bir karne notumuz var? 

Dünya edebiyatında bir metnin varlığı sadece yazılmış olmasıyla değil o yazının etrafında oluşan düşünsel atmosferle, eleştirel katmanla, okurla kurduğu sahici bağla da ölçülür. Bizdeyse çoğu zaman edebiyat içini açacak zeminden yoksundur: Yazılmış ama karşılığını bulamamış, yayımlanmış ama tartışılmamış, raflara konmuş ama belleğe yazılmamış metinlerle doludur alan. Bugün Türkiye’de yayıncılık, iki ayrı uçta var olmaya çalışıyor: Bir yanda yüzeydeki arzunun peşinde koşan, metni hızla tüketime sokan, kitabı nesneleştiren, içeriği formata indirgeyen bir yayıncılık anlayışı. Diğer yandaysa, hâlâ yazıyı bir çağrı, bir açılım, bir düşünce ritmi olarak düşünen, metnin bellekte ve zaman içinde yankılanmasını önemseyen, okurla hakiki bir ilişki kurmayı hedefleyen daha dirençli, daha kırılgan, daha zor ama daha sahici bir yayıncılık anlayışı.

Çeviri yayıncılığına gelince: Evet, Türkçede birçok önemli dünya yazarı artık mevcut. Ama çevirinin varlığıyla, çeviriyle kurulan düşünsel ilişki arasındaki fark hâlâ kapanmış değil. Çünkü çeviri, sadece dilde değil, düşüncede de bir açıklığa, bir konukseverliğe ihtiyaç duyar. Bizde çeviri çoğu zaman bir karşılaşma değil bir vitrindir: Okunmadan sergilenen, anlaşılmadan tüketilen metinler… Oysa edebiyat yankıya ihtiyaç duyar; okuru da yazar kadar sorumlu kılar.

Karne notumuz aslında hangi tür yayıncılığı önemsediğimizle ilgili. Yayıncılığı, yalnızca bir sektör, bir endüstri, bir ekonomik alan olarak mı görüyoruz, yoksa bir yazı sorumluluğu, bir kültürel hafıza, bir düşünme biçimi olarak mı? Eğer yayıncılığı ikinci anlamıyla ele alıyorsak, söyleyebilirim ki notumuz eksik ama bu eksiklik, düzeltilebilir bir hata değil, yüzleşilmesi gereken bir krizdir. Çünkü mesele kaç kitap bastığımız değil, hangi sesi duyurabildiğimizdir. Hangi suskunluğu kıyıya çıkarabildiğimizdir. Ve hangi okurun, hangi metinle nereye dokunabildiğidir asıl belirleyici olan.

 

Yayıncılar ve editörler arasındaki ilişkilerde karşılaşılan sorunlar, edebi üretim sürecini nasıl şekillendirmekte ve bu sorunların çözümüne yönelik öneriler neler olabilir?

Editörlük, yalnızca bir metne eşlik etmek değil o metnin oluşum sancılarına tanıklık etmek, metinle birlikte yaralanmak, tereddüt etmek, hatta bazen metnin söyleyemediklerini onun yerine üstlenmektir. Yayıncıyla kurulan ilişki ise, yalnızca bir üretim süreci değil, aynı zamanda bir niyet ortaklığıdır ki çoğu zaman mesele de tam burada başlar: niyetlerin uyuşmazlığında.

Türkiye’de ne yazık ki editör, çoğu zaman görünmeyen bir varlık olarak konumlandırılır. Oysa gerçek bir editör, yalnızca virgül düzelten değil; metnin soluk almasına alan açan, yazarın sesini terbiye etmeye değil, onu daha kendi kılmaya çalışan bir düşünsel eşlikçidir. Yayıncı ise çoğu zaman bir sınır koyar, bir çizgi çeker: bütçe, satış, görünürlük, zaman… Bu sınırların bazıları kaçınılmazdır elbette. Ama mesele, bu sınırların nereye kadar yazının kendisine sirayet ettiğidir. Bugün yayıncı-editör ilişkisinde yaşanan başlıca sorunlardan biri, metni yalnızca “ürün” olarak gören refleksle, metni bir “süreç” olarak kavrayan sezgi arasındaki farktan doğar. Yayıncı üretim, dağıtım ve satışa; editör ise anlam, biçim ve derinliğe odaklanır. Bu iki yönelimin buluşamadığı yerde ya metin parçalanır ya da metnin sesinden ödün verilir. Oysa editör, metnin en kırılgan anlarında bile yazarla birlikte susmayı göze alabilen kişidir. Yayıncı ise çoğu zaman o suskunluğa anlam veremeyebilir.

Editöryal sürecin zayıflaması, edebi üretimin daha en başta zemin kaybetmesi anlamına gelir. Çünkü metin yalnızca yazan tarafından değil, onunla birlikte düşünen, çelişen, geri dönen, tekrar eden bir başkasının varlığıyla olgunlaşır. Bu başkası editördür. Eğer editörün sesi kıstırılır, hız, satış ve tanıtım politikaları bu ilişkiye müdahale ederse, ortaya çıkan şey bir metin değil, sadece bir dosyadır. Dosya yayına girer. Ama metin çoğu zaman hâlâ yazılmamış kalır. Buradan yayıncının üstlenmesi gereken satış, tanıtım gibi aksiyonları önemsemediğim düşünülmesin. Tam tersine iyi oluşturulmuş bir kitabı doğru aksiyonlarla okura ulaştırmak, yeni mecralarla tanıştırmak yayıncının olmazsa olmazıdır. Bu da gerçekleştiğinde elinizde iyi bir yayıncılığa örnek olarak verebileceğiniz çok fazla nedeniniz olmuş olur. 

Peki çözüm ne olabilir? Öncelikle editörlüğün bir ikincil faaliyet değil, bizzat yazının içinden gelen bir düşünce biçimi olduğunu kabul etmek gerekir. Yayıncı, editörle yalnızca iş yapmaz; onunla birlikte bir niyeti sürdürür. Yayınevleri, yalnızca kitap basmaz; bir ses, bir yön, bir ağırlık üretir. O yüzden bu ilişkinin yalnızca ekonomik değil, kültürel bir sözleşmeyle yeniden kurulması gerekir. Ayrıca yayınevlerinin, editöryal süreci metnin merkezine alacak bir işleyişe geçmesi, editörlerin yalnızca metni değil, yazarla olan her türlü ilişkiyi de sahipleneceği bir alanın açılması gerekir. Editör, metni düzelten değil, metne eşlik eden biridir. Bunu gözetmeyen her ilişki biçimi, metni yalnızlığa ve yarım kalmaya terk eder.

Bugün iyi editörlere değil, iyi editörlük zeminlerine ihtiyaç var. Çünkü editörlüğün kıymeti, o zeminin niteliğiyle ortaya çıkar. Bir editörün sesi, ancak susturulmadığında duyulur. Ve edebiyat da ancak o sesle konuşabilir.

 

Okuryazar’ın çocuklarla ilgili kitaplar yayımladığını da biliyorum. Okuryazar çocuk bugüne kadar hangi kitapları yayımladı? Yetişkinlerle kıyaslandığında çocuk yayınları ne türde bir karşılık buldu?

Bugüne kadar Okuryazar, daha çok çocuk kitaplarını okurla buluşturdu. Şimdilerde yetişkin edebiyatı noktasında dünyadan ve Türkiyeden yeni eserleri yayın yelpazesine kazandırmaya çalışıyor. Birkaç örneklendirecek olursam eğer; Adnan Özyalçıner’in Toparlak ve Cürük Ceviz ile Küçük Karınca, Sennur Sezer’in Ufacık Vidacık ve Örgücü Nine’nin Saymacıları, Zehra İpşiroğlu’nun Gergedan Oyunu, Gülsüm Cengiz’in Dünya’nın En Güzel Giysisi, Yalvaç Ural’ın Çöp’ün Uzun Yolculuğu, Yasemin Şahin’in 3D Gözlüklü Horoz Zo, José Jorge Letria’nın Bir Kitap Olsaydım kitabı, Federica Magrin’in Doğa Kahramanları kitabı gibi…

Yetişkin edebiyatına kıyasla çocuk kitaplarının aldığı karşılık her zaman daha yüksek bir düzeyde diyebilirim. Aynı zamanda çocuk kitapları çoğu zaman bir “ilk temas”tır; dilin dünyayı şekillendirme gücüyle çocuğun ilk karşılaşması olduğu için çocuk okurların sorularıyla her zaman karşı karşıya kalabiliyorsunuz. Dolayısıyla Okuryazar Yayınevi’nin çocuk kitapları, çocukları edebiyata alıştırmaktan çok, onlara yaratıcılığın farklı yönlerini keşfetmelerinde hep bir yol arkadaşı olmaya devam edecek. 

Yayımladığımız kitapların okurların dünyasında düşünsel bir karşılığı olmasını isteriz. Öncelikli hedeflerimizden bir tanesi de hep budur diyebilirim. Böyle olunca da karşılıklı olarak sorularla ilerleyen ve bu sorulara verilen cevaplarla çoğalan bir yayıncılık sizin tek gerçeğiniz oluyor. Belki de en çok kendimize şu soruyu sormamız gerekir: “Bir çocuk ne zaman kendine ait bir cümle kurar?” Okuryazar Yayınevi’nin çabası, işte bu cümlelerin imkânını arayan bir çabadır. Bunu gördükçe de her zaman mutlu oluyorum.

 

Çok geniş bir ağınız olduğunu biliyorum. Okullardaki edebiyat öğretmenleriyle gerçekleştirilen görüşmelerde hangi temalar sıklıkla öne çıkmakta ve bu temalar üzerinde ne tür tartışmalar yaşanmaktadır? Bu noktada edebiyat eserlerine yönelik eleştirilerin arkasında yatan psikolojik ve sosyal dinamikler sizce nelerdir?

Ah, bu isyan ettiğim bir konu açıkçası. İyi ki böyle güzel bir soru geldi, teşekkür ederim. Çünkü konunun hem yayıncılar hem öğretmenler hem de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddi bir şekilde tartışılması ve çözüm üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aslında mesele yalnızca bir müfredat meselesi değil; daha derinde, çocuğa, düşünceye ve edebiyata nasıl baktığımızla ilgili bir düşünsel tutumdur bu. Çünkü çocuk edebiyatı üzerine konuşurken, çoğu kez fark etmeden, yalnızca kitaplardan değil, aynı zamanda toplumun hayal ettiği ‘gelecek’ten de söz etmiş oluyoruz. Uzun zamandır, özellikle okul müfredatlarının yön verdiği kitap tercihleriyle, çocuğun zihinsel ve duygusal dünyasına uygulanan bir tür “edebi disiplin” rejimi söz konusu. Edebiyat burada bir tür uyumlandırma aracına dönüştürülüyor. Öğretmenlerin büyük çoğunluğu, elbette ki sistemin dayattığı sınırlar içinde hareket ediyor; ama bu sınırların çizgisi sadece pedagojik değil, aynı zamanda ideolojik. Sevgi, arkadaşlık, doğa, aile gibi başlıklara indirgenen tematik daralma, çocuk edebiyatını, çocuğun düşünmesini, sorgulamasını, kendi iç hakikatini aramasını engelleyen bir çerçeveye hapsediyor. Edebiyat, “duygu terbiyesi”ne indirgenmiş oluyor ve bu en az sansür kadar ürkütücü. Oysa çocuklar, salt korunması gereken varlıklar değil; gerçekliğin, acının, eşitsizliğin bilgisine de adım adım yaklaşması gereken birer öznedir. Gülsüm Cengiz’in Dünyanın En Güzel Giysisi kitabı bu noktada çok çarpıcı bir örnek. On sekizinci yaş gününü kutlayan bir prensesin, babası olan kraldan dünyanın en güzel giysisini istemesiyle başlıyor. Fakat o giysi, çocuk işçilerin görünmeyen emeğiyle üretilir. Yani, görünmeyen bir gerçeklik, edebiyatın diliyle görünür kılınır. Şimdi biz, ülkemizdeki çocuk işçi gerçeğini nasıl görmezden geleceğiz? Bu gerçekliğin kitaplarda ya da sanatın diğer mecralarında ifade edilmesi neden istenilmiyor? Bu güzelim kitabı, bazı okullar maalesef ki çocuk işçiler var diye okuma listesinden çıkardı. Çok üzüldüm! Bu durum bize gösteriyor ki hâlâ çocuklara, bu toplumun gözlerinden saklanan, “yük” sayılan gerçeklerle yüzleşme hakkı tanımıyoruz. Bu tür metinlerden kaçınmak yalnızca pedagojik değil, aynı zamanda etik bir sorundur. Çünkü düşünmeyen, sadece onaylayan, itaat eden bireyler değil; soran, anlamaya çalışan, kendi iç sesiyle konuşabilen bireyler yetiştirmek zorundayız. Öğretmenler bu noktada kilit konumda. Elbette onlar da zaman zaman müfredatla, kimi zaman veli baskısıyla yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Ama burada karşımıza çıkan soru şu: Her veliye göre ayrı bir edebiyat mı üretilecek? Edebiyat her bir denetim odağının taleplerine göre ehlileştirilmeye mi zorlanacak?

Bunun karşısında yayınevleri, öğretmenler ve eğitimciler, ortak bir bilinçle, edebiyatın yalnızca bir içerik değil, aynı zamanda bir varoluş alanı olduğunu savunmak zorunda. Edebiyatı yalnızca öğretici bir araç olarak gören anlayıştan, onu bir farkındalık biçimi, bir “iç dünya kurucusu” olarak gören anlayışa geçilmesi gerek. Çünkü çocukların edebiyatla karşılaşma biçimi, onların hayata karşı geliştirecekleri düşünme biçiminin de nüvesidir.

Velilere düşen görev, çocuklarını steril bir dünyada tutmak değil; onlara düşünebilmeyi, empati kurabilmeyi, adalet duygusunu edinebilmeyi öğretmektir. Ve belki de en çok da şudur: Bir kitabın çocuğa ne “öğrettiğini” değil, onda hangi düşünsel çatlağı açtığını sormak gerekir. Çünkü o çatlaklardan sızan şey, çoğu zaman gerçek edebiyatın ta kendisidir.

 

Belirli kelimelerin veya temaların özellikle çocuklara yönelik edebi eserlerde sakıncalı olarak değerlendirilmesi, edebiyatın doğasına ne ölçüde aykırıdır? Dahası öğretmenler ve veliler arasında farklı edebi eserler hakkında ortaya çıkan görüş ayrılıkları, eğitim süreçlerini nasıl etkilemekte? Sizce bu durumun sonuçları yakın gelecekte neler olabilir?

Edebiyat yalnızca ne söylediğiyle değil, söylenmesine izin verilmeyenle, bastırılanla, dışarıda bırakılanla da konuşur. Çocuklara yönelik edebi eserlerde belirli kelimelerin ya da temaların sakıncalı ilan edilmesi, yalnızca pedagojik bir kaygının değil, aynı zamanda bir korkunun, bir suskunluk siyasetinin ürünüdür. Oysa çocuk edebiyatı dediğimiz şey çocuğu sadece bir alıcı olarak değil bir düşünen, soran, deneyimleyen özne olarak tanıyan bir edebiyattır. Ve böyle bir edebiyat, yalnızca “temiz” olanı, “uygun” olanı anlatmaz; aynı zamanda yara izlerini, eksikleri, soru işaretlerini ve içimizde büyüyen karanlığı da dile getirir. Bugün kimi kitapların yalnızca bir kelime yüzünden, bir gökkuşağı metaforu yüzünden okul listelerinden çıkarıldığını görüyoruz. Oysa o bir kelime belki de çocuğun kendi deneyimiyle ilk karşılaşmasıdır; belki o sahne, onun hayattaki yerini ilk kez sorgulamasına neden olacaktır. Pedagojik olanı koruma adına, çocuğun edebiyatla kuracağı derin ilişkiyi, kendi kırılganlığını, korkusunu ya da sorusunu edebiyatın aynasında görme ihtimalini kesintiye uğratıyoruz.

Bazı öğretmenlerin ya da velilerin endişesi şu: “Ya çocuk bu kitapta okuduğu bir gerçeklik karşısında sarsılırsa?” Oysa sarsılmak, düşünmenin önkoşuludur. Edebiyat çocuğu incitmez; onu kırılganlığının bilgisiyle buluşturur. İyi yazılmış bir çocuk kitabı, çocuklukta saklı olan büyük soruları dile getirir: Ölüm nedir? Yoksulluk neden vardır? Ağaçlar neden kesilir? Babam neden mutsuz? Ve en önemlisi: Neden bazı insanlar diğerlerinden daha az görülür? Bu sorulara alan tanımayan bir edebiyat, sadece “uyumlu çocuklar” yetiştirir ama düşünen bir toplum kuramaz.

Bu durumu masallar ve fantastik edebiyat üretimleri üzerinden de düşünebiliriz: Masallar ve fantastik anlatılar zaten kendi doğaları gereği büyüyle, dönüşümle, karanlıkla, bastırılmış arzularla doludur. Masalları büyüden, kayıptan, ikircikli karakterlerden arındırdığınızda, geriye sadece “öğüt kitapçıkları” kalır. Bugün Harry Potter gibi küresel bir romanın bile kimi okul yönetimleri ya da velilerce “büyü içerdiği” için istenmemesi, yalnızca bir ahlakçılık sorunu değil, aynı zamanda düş gücünden duyulan bir korkudur.

Bu yalnızca öğretmenle veli arasında geçen bir ikna süreci değil. Bu, aslında edebiyatın hangi gerçekliği konuşmaya cesaret edip edemeyeceğine dair daha büyük bir tartışmadır. Ve çoğu zaman o tartışma yapılmaz; hep geçiştirilir. Öğretmen sessiz kalır, yayıncı geri adım atar, veli ise çocuğunun görmesini istemediği şeyi susturur. Ama edebiyatın doğası, o susturulmuş olanın geri dönmesidir: Kimi zaman bir boşluk olarak, kimi zaman eksik bir cümlede, kimi zaman da çocuğun içine sinmiş bir soruda…

Yakın gelecekte karşılaşacağımız tehlike şu olabilir: Herkesin kendini güvende hissettiği, kimsenin rahatsız edilmediği, her kelimesi “onaylı” bir edebiyat üretimi. Ama bu, edebiyat değil; bir tür içerik mühendisliğidir. Edebiyat ise tam da rahatsız edici olabildiği için edebiyattır. Çünkü insanı büyüten şey, yalnızca ona iyi gelen değil, onu düşündüren, sorumluluk duymaya çağıran, duygularına ses veren anlatılardır. Ve çocuk da bu sesin en çok ihtiyaç duyduğu öznedir.