1998 yılında Üsküdar’da doğdu. Lise eğitimini Kurtuluş Lisesi’nde tamamladı. Halen Bilgi Üniversitesi’nde Sosyoloji okuyor ve Sosyoloji’ye yan dal olarak Medya ve İletişim bölümünden de dersler alıyor. 2019’dan beri Medyascope’un reji bölümünde çalışıyor.

Ocak ayından beri süregelen Boğaziçi direnişi ile birlikte gençler, gençlik hareketleri ve öğrenciler yeni bir değişim ve dönüşüm hareketi ile karşımıza çıktı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Melih Bulu’yu rektör olarak atamasıyla başlayan eylemlerde birbirinden farklı kesimler, talepleri ile Güney kampüste, Kadıköy’de ve Türkiye’nin farklı illerinde buluştu. Talepleri ise çok netti: Özgür, özerk, demokratik ve bağımsız üniversiteler. Fakat bu talepler doğrultusundaki eylemler ile gördük ki gençlerin talepleri, Boğaziçi Üniversitesi’ne sığmadı, çok daha geniş ve politik bir çizgiye oturdu. Bu taleplerin nasıl oluştuğu, genel ve politik altyapısının nasıl geliştiği de önemli bir mesele. Bu açıdan, bana kalırsa şu soruyu sorabiliriz: Neydi gençleri bu kadar öfkelendiren? Bu ve bunun gibi pek çok soruma cevap bulmak için, Boğaziçi Üniversitesi yüksek lisans öğrencisi Burak Çetiner ile bir röportaj gerçekleştirdim.

 

Sence Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini bu direnişe iten sebepler nelerdi? Nasıl bir çizgide ilerledi bu direniş?

Boğaziçi direnişinin uzun sürmesinin ve ses getirmesinin sebeplerinden biri de aslında talepler üzerinden birliğin sağlanması. Taleplerde de kritik iki nokta var bence. Bir tanesi; sadece Boğaziçi’nde Melih Bulu’ya karşı değil, diğer üniversitelerde hatta yer yer bazen düşük tonda bazen yüksek tonda “bütün kayyumlara karşıyız” vurguları, yani belediyeleri de kapsayan “sivil toplum bütününde kayyum zihniyetine karşıyız” vurguları çok güçlü bir noktadaydı. Bir diğer nokta da şuydu: “Biz Boğaziçi’nde imtiyaz istemiyoruz, biz Boğaziçi’ndeki taleplerimiz neyse bunun diğer bütün üniversitelerde de yayılmasını istiyoruz.” Yani aslında hep dışarıyı hedef alan, Boğaziçi’nin dışına çıkmaya çalışan bir talep zinciri vardı. Bu da çok etkili oldu açıkçası. Çünkü biz sadece Boğaziçi’ne kapalı kalsaydık, bütün taleplerimiz Boğaziçi kültürünü savunmak, Boğaziçi’nin özerkliğini, Boğaziçi’ndeki görece özgür ortamı savunmaktan ileri gidemezdi. Bu da bir gerçek. Boğaziçi’nde hâlâ görece özgür bir ortam var. Biz bu alana sıkıştırmamaya çalıştık eylemleri. Özellikle rektörlük seçiminde üniversitenin farklı bileşenleri -öğrencisi, hocası, işçisi- oy kullansın, yönetimde söz hakkı olsun, bu en önemli taleplerden biriydi. İkincisi de özellikle LGBTİ + kulübüne yapılan baskıyla beraber “LGBTİ + hakları insan haklarıdır” temalı “kulübe yönelik baskıları kabul etmiyoruz” meselesi de önemli bir talep oldu. “Sadece bizim üniversitemizdeki değil, bütün kayyumlar istifa etmelidir” yine önemli bir vurguydu. İlk günkü tartışmalarda genel eğilim, bu yönde değildi ancak mücadele ile evrildi. Bu talepler, aslında gayet politik talepler olarak, Boğaziçi öğrencilerinin ve hatta diğer üniversite öğrenilerinin de -belirli bir kısmı, tamamı diyemeyiz- zihnine kazındı ve bu yönde hak arandı. O yüzden bu üç talebin çok politik ve yerinde; kitleye de zorla dayatılan değil kabul ettirilebilen talepler olduğunu düşünüyorum.

Peki direniş nasıl oldu da bu kadar büyük bir yankı uyandırdı ve insanların sokağa taşmasına sebep oldu? 

İlk başta, polis raporuna göre, iki bin kişi katılmış 4 Ocak’taki eyleme. Böyle bir eylem olmasını ne biz bekliyorduk ne de polis. O büyük bir ses getirdi. Bu durumu biraz da şuna bağlıyorum; 2018’den beri ve öncesinde de varolan baskı ile üniversitelerde öğrenciler ekonomik kriz, siyasi baskı, özgürlüklerin kısıtlanması gibi başlıklarda bir mayalanma sürecine girmişti. O mayalanma da kendine Boğaziçi direnişinde ifade alanı buldu diye düşünüyorum. En başında direniş, aslında daha özgürlük temalı; ‘üniversitemize dokunmayın’, ‘Boğaziçi’ne AKP’li rektör mü atanır’ gibi tepkilerle çıkmışken o sürecin sertleşmesi, ciddi gözaltılar, operasyonlar ve sonraki eylemlere baskılarla öğrenci kitlesini de politikleştirdi. Yani 3 Ocak’ta herhangi bir öğrenci ile yapacağınız röportajla 20 Mart’ta herhangi bir öğrenci ile yapacağınız röportaj arasında büyük bir fark olacaktır. Bir bilinç gelişimi de var. Bilinç sıçramasının, tutuklanan arkadaşlarımızın -özellikle Boğaziçililer’den bahsediyorum- çıktıktan sonra verdiği röportajlarda, -politikayla hiç ilgilenmeyen arkadaşlar da vardı ev hapsi alanlar arasında- “Politikayla ilgilenmezdim, artık her gün haberleri takip eden, hükümetin gitmesini isteyen bir insan oldum” diyorlar. Başından sonuna, yani 4 Ocak’tan bugüne şunu gördü Boğaziçi öğrencileri ve Türkiye muhalefeti. Son dönemde ciddi bir karşı koyuş yoktu hükümete. Kadın hareketi, Kürt hareketi yer yer bunu zorluyordu ama genele yayılan bir hareket yokken Boğaziçi direnişi ile bakın bu şekilde muhalefet edilebiliyormuş, haklarımızı savunabiliyormuşuz düşünceleri yayıldı. Korku duvarı yıkılmadı belki ama korku duvarını çatlatmanın mümkünlüğünü gösterdi bu direniş.

 

Geçmişteki öğrenci eylemleri ile bugünkü öğrenci eylemleri arasında farklılıklar görüyor musun?

Geçmişte talepler daha politikti ve daha belliydi. Mesela 90’larda “YÖK kalksın” gibi talepler vardı, 68 kuşağının belli politik talepleri ve siyasal öncüleri vardı. Bugün Boğaziçi’ne baktığımızda bunu göremiyoruz. Örgütlenme tarzı olarak da bunu göremiyoruz. Ancak şunu da söylemek gerekir; kadın hareketinin, LGBTİ + hareketinin, yer yer azınlık hareketlerinin de rengini verdiği ve hatta işçi hareketiyle de çok doğrudan bağlantı kuran, böyle bir çoğulcu yapı üzerinden ilerleyen, yerele hapsolmayıp dışarıyla bağ kurmaya çalışan bir direniş var. Öte yandan, dışarıdan da beklediği desteği, beklediği hareketlenmeyi göremeyen bir direniş bu. Bu, toplumsal muhalefetten ve demokratik kitle örgütlerinin atıllığından kaynaklı. Belki de bu sebeple çok daha farklı noktalara getirilebilecek bir direniş iken mecburen içe kapanmak durumunda kalan bir yapı var. Böyle bir farklılık var, 68’deki, 78’deki ve 90’lardaki öğrenci hareketiyle. Ama eylem biçimleri de yer yer yumuşayabiliyor. Yogadan bahsettik. Sanatla direnmek diye bir şey çıktı. Bu arkadaşlar dört gün boyunca ciddi bir sergi düzenledi, kolektif bir iş ortaya koydular. Maalesef bu işin sonunda tutuklandılar. O yüzden bu çoğulcu yapıyı anlamak, bir form biçmek de çok kolay değil.

 

Peki bugün gençler ne istiyor? Senin gözünden bu noktada ne değişip dönüştü de bugün bu duruma gelindi?

İki tane çok önemli başlık var bence. Birincisi özgürlük meselesi; siyasi özgürlük. Kampüste bira içebilmekten tutun felsefe kulübüyle şu etkinliği yapabilmeye kadar… Çok basit bir örnek vereceğim. İTÜFest’e 2007’den beri çok ciddi isimler getirilirken bir anda, 2015’den itibaren, festival yapılmamaya, sucuk partisiyle bunun geçiştirilmeye çalışıldığı bir noktaya gelindi. Öğrenciler de şunları demeye başladı: “Biz niye festival yapamıyoruz, kantinde niye bir tosta 20 lira veriyoruz, sinema kulübü niye bütçe alamıyor?” Bu aslında çok net bir özgürlük sorunuydu.

Bence ikinci başlık da ekonomik kriz. Boğaziçi’nde bile “Mezun olduktan sonra işsiz kalacak mıyım” sorusu ön plana çıktı. Eğer bir İTÜ endüstri mühendisliği mezunu, Boğaziçi sosyoloji mezunu bunu düşünüyorsa, ülkenin genelinde böyle bir sorun vardır. Bu gelecek kaygısı ve bununla beraber öğrenciyken de KYK bursu ile geçinememe durumuyla öğrenciler ekonomik talepler ve özgürlük talebiyle gerçekten politikleşti. İlk, kendi hakkını savunmak olarak belirdi sonra da hükümet karşıtlığına evrildi doğal olarak… Başa dönersek birinci talep neydi, özgürlüktü. İkincisi ise ekonominin kötüye gitmesinin yol açtığı geleceksizlik durumunun ortadan kaldırılmasıydı. Eylemin ana meselesi her ne kadar kayyum rektör karşıtlığı olsa da, kayyum rektör istenmemesinin sebebi şuna evrildi: “Ben kendi irademin dışında, sözümün geçmediği bir üniversite istemiyorum, ben burada istediğimi yapabilmeliyim.” Zaten bu talepler böyle oluşmasaydı 100-150 kişiyle kısıtlı, en fazla bir öncü eylemlik, politik kesimlerin sürdürdüğü bir eylem olarak kalırdı.

 

Buradan Z kuşağı tartışmasına gidelim. Politik mi sence gençler, o bilince sahipler mi?

 

Z kuşağı diye bir şey var, adına Z desek de demesek de. Bizden sonra üniversiteye girenlerin, hem AK Parti’nin politikaları hem de dünyadaki değişimle birlikte özgürlük, ekonomi ve gelecek konularında müthiş bir karamsarlığa itildiğini görüyorum ve bu haklı bir karamsarlık. Z kuşağındaki insanlar, doğrudan yönetimde AK Parti var, ekonomi kötü, hadi sosyalist olayım, gideyim bir sosyalist partide örgütleneyim falan demiyor, çok da doğal bu. Ama şunu diyor bence insanlar; burada bir gelecek yok bana… Gençliğin içinde bir öfke birikiyor tam da bu dediğim düzende ve bu öfke şekil alamıyor. O yüzden ben gençlerin şu anlamda çok politik olduğunu düşünüyorum; sistem karşıtı olarak, düzen karşıtı olarak… Eski formlardan ve ezberlerden kurtulduğumuz bir alan açıldığı çok net. Benim kafamda olan Boğaziçi, bunun kanıtı. Bu gençler sistemden memnun değil ve biri yoga yaparak protesto ediyor, biri sanatla direniyor, biri polisle çatışıyor. Böylece bir şekilde sisteme karşı olduklarını gösteriyorlar.  Polis raporlarına göre eylemin iki bin kişiden oluşması bunun bir kanıtı. Bir de uzun süren ve hâlâ devam eden bir eylem olduğunu düşündüğünüzde, bir noktadan sonra 20-30 kişi kalmamız gerekirken 100 kişiden aşağı bir eylem yapmadık. Aslında bu, öfkenin ne kadar kararlı bir şeye dönüşebileceğini de gösteriyor. O yüzden Z kuşağı politik mi sorusuna dönersek kesinlikle politik ama bu politikliğin bir tanımı yok. Yani liberal, politik, sosyalist, ulusalcı, laik, böyle bir şey değil. Maalesef bu kategorilerle düşünmeye alışığız. Gezi’den sonra bu çok yapıldı. Gezi kuşağı laikliğe önem veriyor, seküler ya da özgürlükçü… Hayır, özgürlükçü ya da laik ya da bir şey değil. Mesele, bu kimlik ya da sınıfsal konumdan öte bir düzen karşıtlığı içerisine geliyor ve bu bir form bulamadı henüz. Boğaziçi eylemlerinde de bir form bulamadı. Bir kısmı LGBTİ + hareketinden politikleşiyor, bir kısmı kadın hareketinden politikleşiyor, bir kısmı ekonomik taleplerle politikleşiyor. Belirli bir form bulamıyor ama bu politiktir benim gözümde.

 

Bu söyleşinin sonunda zaten hepimizin şahit olduğu pek çok şeyi daha ayrıntılı düşünme şansım oldu. Burak hem içeriden deneyimlediği hem de dışarıdan gözlemlediği pek çok şeyi aktarmaya çalıştı. Röportaj sonunda aklımda pek çok önemli nokta kalsa da, Burak’ın anlattıklarından bir bölüme takılmıştım. “Bu çoğulcu yapıyı anlamak ve bir form biçmek kolay değil” demişti. Evet, kesinlikle kolay değil ama alışık olduğumuz kalıplara sığdırmamız ya da sığmamız gerekiyor mu ondan pek emin değilim açıkçası. Birçok farklı görüşten insanın yer aldığı bu direnişte, kimi zaman kadın hareketinden öne çıkanlar oldu ve “atanmış eril yönetime karşıyız” dedi, kimi zaman LGBTI+ bireyler direnişte ön saflara geçti ve homofobik ve heteronormatif kalıplarla hareket eden kayyum rektöre karşı durdu. Ama işin sonunda, hangi ideolojiden ve hareketten olduğu fark etmeksizin iktidara ve kararlarına karşı olan herkes terörize edildi. Protestoların ilerleyen zamanlarında, Burak’ın da ifade ettiği gibi, bir politikleşme süreci kendini göstermiş durumdaydı. Örneğin, “Kayyum rektör istemiyoruz” talebi protestolar ilerledikçe yerini “Bütün kayyumlara karşıyız” sloganına bıraktı. Bu politikleşme olmasaydı belki de bu talepler Boğaziçi Üniversitesi özelindeki talepler olarak kalacaktı.

 

Eylemlerde pek çok farklı direniş biçimine de tanık olduk. Zıplayarak “Zıpla zıpla zıplamayan Tayyip’tir” sloganları atanları, Melih Bulu’yu tiye alan karikatürleri ve pankartları, ev hapsindeki arkadaşlarımızın evlerinin önünde dans edenleri ve polisle burun buruna gelenleri gördük. Kısacası hem söylemlerle hem de eylemlerle bir direniş haliydi gördüğümüz. Evet, korku duvarları yıkılmadı ancak kesinlikle çatladı; kararlı bir şekilde üniversite yönetimlerine karşı çıkan öğrenciler de bunun kanıtı benim gözümde.

 

Söyleşinin ışığında değineceğim diğer nokta ise aslında gençliğin uzun zamandır yüz yüze olduğu ve bardağı taşıran bir başka sorun olan geleceksizlik ve güvencesizlik meselesi. Hepimizin aklından geçiyor, mezun olunca ne yapacağımız. Sonuçta herkesin dayısına, amcasına sırtını yaslama gibi bir lüksü veya isteği yok. Tırnaklarımızla kazıyarak bir şekilde o basamakları tırmanmaya çabalıyoruz, buna rağmen emeğimizin karşılığını görmeyerek, hayal kırıklarıyla tutunmaya çalışıyoruz hayata. İşte bu noktadan bakıldığında, sokak eylemlerinin çıkış noktası anlık gelişen bir olaydan ibaret gibi görünse de zaman ilerledikçe bunun çok daha geniş bir arka planı olduğunu anlıyoruz. Kayyum karşıtı protestolar evrilerek ve genişleyerek özgürlük sorunlarını, ekonomik sorunları, eşitsizlik, adaletsizlik, güvencesizlik gibi meseleleri de daha görünür kılmada rol oynadı.

 

Sonuç olarak, süregelen bu gibi problemlerin Boğaziçi direnişi gibi büyük, çoğulcu ve çeşitli eylemlilikleri kaçınılmaz kıldığını söylemek yanlış olmaz. Sonuçta ekmek bulamıyorsak pasta yiyecek değiliz ya!

 

*Fotoğraflar Bogazicidirenisi Instagram hesabından alınmıştır.