İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Bölümü mezunu ve çift ana dal yaptığı Sanat ve Kültür Yönetimi bölümünde son sınıf öğrencisi. Okumak ve araştırmak en çok sevdiği iki şey. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hareketi gibi konular ilgi alanlarının başında geliyor ve bunlar üzerine yazıp çiziyor.

 

Klinik Psikolog Mine Özgüzel “Edebiyat Terapi” kitabının önsözünde şöyle der: “Yaşamımız boyunca bizde izler bırakan bir aile içinde doğarız. Ve bu izlerin ruhsal yaşamımızın varlığını, oluşumunu yapılandırdığı engellenemez bir hakikat. Ancak biz bu izlerin varlığının farkına bile varamayıp kendimize aitmiş gibi yaşar gideriz. Bununla da kalmaz mirasımızı çocuklarımıza da kendi gerçekleri buymuş gibi yaşatırız.”

 

İşte Mine Özgüzel tam da kişiliğinin şekillendiği lise yıllarında kendini anlamak değil, öncelikle bilgilenmek istediğini söyler. Ama bu noktada sessizliğe bürünür, bu sıralarda felsefe hocasının önerisi ile Dostoyevski okumaya başlar ve fark eder ki Dostoyevski kendini anlamasına yardımcı olmuştur. Onun sayesinde de diğer varoluşçularla tanışır, Albert Camus’dan Jean-Paul Sartre’a, Simone de Beauvoir’dan Franz Kafka’ya kadar uzanan bir yolculuktur bu. Kimbilir bu yazarlarla tanışmasa, o da içine doğduğu ailenin üzerinde bıraktığı etkiyi sorgulamadan, bu etkinin ruhsal yaşamımızın varlığını yapılandırdığını fark etmeden, bu izler kendine aitmişçesine yaşayıp gidecektir.  Ama o kendi çabasıyla içsel varlığına dönmeye çalışır ve bunu da okuduğu yazarların açtığı yolla yapar. O yaşlarda tanıştığı bu yazarlar meslek hayatını da derinden etkilemiş olacak ki üniversitede psikoloji okur ve varoluşçu terapiye yönelir. Ardından başta da alıntı yaptığım “Edebiyat Terapi” kitabını yazar.

 

Kitap yazma fikrinin nasıl oluştuğuna değinirken amacının ilk başta, okuduğu ve sevdiği yazarları dostlarına anlatmak ve tanıtmak olduğundan bahseder ve onlara hep yazarlar aracılığı ile ulaşmaya çalıştığını ekler. Ama yaptığı şeyin aslında bilinçaltında kendi hikâyesini oluşturup anlatmak olduğunu fark eder. Yaşamımızın nedeninin ve varlığımızın hikâyesinin bilinçaltımızda olduğunu ve kendini var edebilmek için her insanın bunu mutlaka öğrenmesi gerektiğini de söyler. Kendimizi var etme sürecimizde çocukluğumuzun, çocukluğumuzda yaşadıklarımızın etkisi de çok büyüktür elbet. Yazının başında yaptığım alıntıda da bundan bahseder Mine Özgüzel. Bu söyleşide onunla, çocukluk üzerine konuşacağız.

 

“Yaşamımızdaki tek gerçek çocukluk”

 

Sizce neden çocukluğumuz, çocuklukta yaşadıklarımız bu kadar önemli? 

 

Mesleki yaşamım boyunca edindiğim en büyük tecrübe kendi çocukluk öykümüzün ne denli gerçek ve bizler için önemli olduğudur. Mesleğimi yaşarken gördüğüm şeylerden biri de, ruhsal sancıları ile gelen insanlar. Biz bu insanların ruhsal sancılarını tanımlayıp, mücadele ederken görüyoruz ki yaşamda tek bir gerçek var o da “çocukluk öykülerimiz”.

 

Yaşamımızda ruhsal sancılarımızla mücadele ederken onları tanımaya, anlamaya ve de çözmeye çalışırken atladığımız bir şey var; o da bütün bunların bilinçaltımızda saklandığı ve her an bizimle olan bir gerçek olduğu. Unutulmaması gereken bir şey var ki şimdi yaşadığımız hiçbir şey gerçek değil ve şu anda yaşadığımız her gerçeğin altında çocukluğumuz var ve çocukluğumuz bizi yönetiyor. Ancak biz şimdiyi yaşarken şimdinin gerçek olduğunu düşünerek yaşıyoruz, bilinçaltımızdaki çocukluğun bizi yönettiğinin bilincinde değiliz. Zaten bize ruhsal sancı ile gelen insan da, şimdiki sancıları ile geliyor. Biz şimdiki sancıları çözümleyebilmek için mecburuz, çocukluk öykülerine gidiyoruz. Neden? Çünkü tek gerçek çocukluk öykümüz. Ancak çok önemli bir şey var bizler yaşarken hep gerçeklerden kaçıyoruz. Gerçeği algılıyoruz fakat onu düşünsel yapıya geçirmeden, yüzeyden bir çözümle orayı çözmeye çalışıyoruz. Neden kaçıyoruz? Çünkü gerçekler bizi çok korkutuyor, sürekli bunu inkâr ediyoruz. Neden? Korktuğumuz için. Peki, korktuğumuz şey ne? Kendimiz. Yani aslında çocukluğumdan korkuyorum ve bilinçaltıma saklıyorum. Ama eğer ruhsal sancılarımızı çözmek istiyorsak mutlaka çocukluk öykülerimize girmek zorundayız, onlar olmadan gerçek bir çözüm olmuyor. Eğer bir kez o cesarette bulunabilir ve gelebilirsek kendimizi tanıyabiliyoruz, yaşayabiliyoruz ve kendiliğimize gidebiliyoruz ama eğer gitmezsek hiçbir zaman ruhsal sancılarımızdan kurtulamıyoruz ve bunun bedelini ödüyoruz. Aslında tek bir yol var, tek bir gerçek var, o da çocukluk ve gençlik öykülerimize geri dönüş.

 

Peki bu nasıl bir süreç, etkileri neler?

 

Her çocuk varoluşunun ilk anından başlayarak hatta doğum değil, bence doğum öncesinden, yani anne karnındaki yaşadığı dokuz aydan başlayarak bir şey istiyor. Kabul edilmek, görülmek ve ciddiye alınmak… Doğuştan gelen temel bir ihtiyaç bu, yani annenin o bebeğe “sen varsın, seni görüyorum, seni kabul ediyorum ve sen değerlisin” demesi. Bu çok temel bir ihtiyaç, olduğu haliyle duyguları-duygulanımları ve bunların dışavurumları… Çocuğun ve bir yetişkin olabilmesinin ilk şartı varlığının kabul edilmesi, seni görüyorum demek, ikincisi de onu olduğu gibi saygıyla kabul etmek. Yani saygı ve kabul, görülmekten sonraki ikinci şart. Üçüncüsü de, çok önemli bir olay da çocuğun kabul edilip, görülüp, saygı duyulduktan sonraki en önemli üçüncü aşama: doğduğu andan hatta doğum öncesinden itibaren simbiyotik bir ilişki yaşadığı anne-çocuk ilişkisinden yani ortak yaşamdan ayrışması. Bu ayrışmanın gerçekleşmesi o çocuğun bireysel varlığını oluşturmasına gider, yani kendiliğine. Bu da annenin “Evet, ben varım ama bir de sen varsın” dediği an o çocuğun varlığının ve varoluşunun anne tarafından teyit edilmesi ve ayrışmasıdır. Bu bir ortak yaşamdan ayrışmadır ama bu bir ayrılma değildir. Bu ne getiriyor? Çocuk diyor ki, varlığımı kabul etti, beni gördü. Bütün bunları yapabilmek çocukta temel güven duygusunun oluşmasına neden olur. İşte bireyselleşmeye gidişin çocukluktaki yolculuğu bu. Ancak biz neleri atlıyoruz da bu süreci yaşayamıyoruz. Bunu bu şekilde, bu kadar doğal yaşayabilmek mümkün değil çünkü insanın yapısı, doğası bu değil. Zaten bizim farklı olabilmemizin tek önemi bu gerçeği görerek, belli bir yaşın içinde -hangi yaşta görebiliyorsak o yaşın içinde- o ruhsal sancıların terapisinde, çözümünde bu çocukluk öyküsüne dönebilmek. Yoksa giderken hiçbirimiz burada, bu şekilde düzenli gitmiyoruz. Burada bir cümle daha var, onu ben çok severim. Çocukluk öyküsünde yaşanılan travmalar aslında “yaratıcılıktır”. Yani bunları böyle yaşamak aslında negatif algılayacağımız bir şey değil. Bu sancılar bizim kendimizi tanımlamamıza yardım eder. Onun için çocukluk travmaları ve sancıları doğaldır, bunların yaşanması ve bunları terapilerle tanımlayabilmek, edebiyat ve terapilerle tanımlayabilmek ise bizi yaratıcılığa götürür.

 

 

Neyi atlıyoruz çocukluğumuz ile ilgili? 

 

Duygusal yakınlıklarının ve duygulanımlarının algılanması bütün çocukluk döneminde çok önemli, en büyük beklenti bu. Demek ki duygusal yakınlıkları yaşayamıyor çocuklar, duygusallıkları algılanmıyor. Neden? Çünkü anne babalar kendi ikame algılarından, kendi yaşanmışlıklarının içinden çocuklarına bakıyor. Yani ben anne olarak kendi çocukluğumdan ayrışamadığım, kendimi tanımlayamadığım için çocuğuma bakarken kendi iç algımla, kendi ikamemle bakıyorum; yaşayamadığım ya da yaşadığım kendi varlığımı sana ikame ederek senin kişiliğinle bunu yaşatmaya çalışıyorum, yani ayrışamıyorum. Çocukların ebeveynlerinden yakınmaları çok katı, somut bir tavır olarak algılanıyor. Hemen hemen çocuklar yakalanamıyor, yani “ne hissediyorsun, yani burada ne oldu?” yerine “sen şimdi bana bunu mu yaptın, sen şimdi buna mı karar verdin?” gibi somut algılar oluyor.

 

Çocukların duygulanımları çok güçlü ve algıları, bir olaya bakışları içe bakıştan yani içsellikten geliyor. Mesela birdenbire “Hi, sen su mu istemiştin?” diyor sana, yani o duygulanımla çıkıyor. Büyüklerin algıları ise katı ve somut. Ebeveyn çocuğa katı ve somut bakarken, o çocuğun o duygulanımların içerisindeki algılanmayışının getirdiği çırpınışlar oluyor, işte sancılar zaten buralarda oluşuyor.

 

Anne babalar çocuklarının düşünce ve duygularını anlama, algılama ve empati ile yaklaşmaktan çok uzak. Yaklaşımları daha katı, daha somut olgulara gidiyorlar. Çocukların dünyasında bu, saygı yoksunluğunun yerleşmesine neden oluyor. “Eğer beni görebilseydi, algılayabilseydi ve bana saygı duysaydı, ‘ne hissediyorsun, peki şimdi ne hissettin de böyle oldu’ der, yani şimdi duygulanımı sorardı” diyor. Çünkü çocuk duygulanım ile bakıyor. Çocuk duygulanım ile bakarken annenin katı ve somut bakmasıyla eşleşmiyor bakışlar, zaten hikâye de buradan çıkıyor. Bütün bu tavırların, yaklaşımların çocuklara yaşattığı hisler ise aşağılanma, ironi ve çocukluğa ve çocukluk yaklaşımına uzaklaşmak oluyor. Belli bir süre sonra, o aşağılanmış ve daha ironileştirilmiş, hiç algılanmamış bu çocukluğunun aşağılanmışlığından, bunu bastırarak çıkmaya çalışıyorlar. İşte çocukluğun bilinçaltında bastırılıp, saklanması ve oraya dönmeyi hiç kimsenin istememesinin sebebi bu. Çünkü beni oraya döndürme diyor. Ne görüyor orada? Aşağılanmışlık, duygusal olarak yakalanmayış, görülmeme ve değersizlik görüyor. Beni oraya neden götürüyorsun, biz burada kalalım diyor. Tabii bunlar bilinçaltında, bunu bize böyle söylemiyor. Ve bu, bizi gerçek kişiliğimizin yapılanmasından tamamen habersiz kılıyor. Biz kendi gerçeğimizden habersiz şimdinin üstüne bir gelecek ve yaşam planlamaya kalkıyoruz.

 

Çocukluğumuzda yaşadıklarımızın kendiliğimize ait sancılarını o kadar içselleştiriyor ve bilinçaltına o kadar itiyoruz ki bunu bastırdığımız an neyle çıkıyoruz yukarıya? Yanılsamalarla. Artık gerçeğimiz bitmiş oluyor. Bu yanılsamaları gerçeğimiz zannediyoruz, böylece çocukluğumuzla, yani temelimiz ve kökümüz ile bağımız bitiyor ve biz sanki ikiye ayrışmış oluyoruz. Yani bir çocukluğumuz vardı kapattık kapılarını, inkâr ettik ve şimdiyi temel yapıp onun üstüne kurmaya çalışıyoruz. Bu, en büyük ihtiyacımız olan bütünleşmeden bizi yoksun bırakıyor. İşte kendiliğin yapılanmaması, kendi varlığımıza gidememek bu bütünleşmeyi yakalayamamaktan oluyor. Neden? Çünkü çocukluğu sancılı diye kapattık. Aşağılandık, alay edildik, duygularımız yok edildi diye kapatıp; onun üstüne, şimdinin üzerine kurunca gerçek olmayan bir yaşantı oldu. Düşünsene ev var ama temeli ve zemini yok, üzerine kat çıkıyoruz. Bütün bu atlamaların içinde gerçekmiş gibi yaşarken biz, zihninizde ve bedenimizdeki kendi varlığımızı inkâr ederek yaşıyoruz.

 

 

Bu kadar inkâr edilmiş bu çocukluğun üzerine yetişkinliği nasıl kurabiliriz?

 

Zeki, çalışkan, iyi eğitimli çocuklara sahip olmak istiyoruz ebeveynler olarak ve bunları medarı iftiharımız olarak, övünecek olay gibi görüyoruz. Yani ruhsal yapıyı inkâr ettik ve çocukluk ve ruhsal yapıyı inkâr edince ne kaldı bize malzeme? Zekâ kaldı, zekâyı alıyoruz ve bunu formel eğitimle bütünleştirerek, çocuklarımıza başarılar alarak, zekâları ile onlarla iftihar ediyoruz. Oğlum doktor oldu, kızım mühendis oldu. Bütün ilgimiz, dikkatimiz buraya gidiyor çünkü bütün yaşanılanlar gerçekliğimize zıt. Çocuklarımız zekâları ile iyi eğitimleri ile başarıyı elde ediyorlar, bu bir gerçek ancak ruhsal yapılarını tanıyamayıp, yaşayamadıkları için bu başarıyı elde etmelerine rağmen neden hâlâ kaygıları var, neden hâlâ ruhsal sancıları var, bunu anlayamıyorlar. Büyük bir boşluk duygusu, kendine yabancılaşma ve anlamsızlık geliyor. Ne yaptılar? Ruhsal yapıyı almadan sadece zekâ ve bilim, bilgi ile hayatı kurmaya kalktılar. Halbuki zekâ ve ruhsal yapı bir bütündür, bütünlüğü bozduk. Sahip oldukları ile yaşadıklarını zannettikleri idealleri, -zekâyla ve eğitimle kazandıkları- içsel olarak yaşayamadılar çünkü ruhsal yapıyı yok ettik. Kendilerini ve kendi varlıklarını hissetmelerini yok ediyor ve bir ruhsal kayıp yaşıyorlar.

 

 

Neden anne babalar, çocuklarını duygulanımlarıyla ve onların varlıklarıyla algılayarak, onları ayrı birer varlık olarak algılayıp, onlardan ayrışıp onlara bu yaşam hakkını veremiyor?

 

Çünkü kendileri, kendi varlıklarını oluşturamadıkları için kendi olamamaları içinde yaşadıkları bilinçaltı sancılarını, yani ikamelerini, varlıklarını oluşturamadıkları için çocuklarını ayrı birer kişi olarak algılayamayıp, kendi yoksun kaldıkları veya idealize ettikleri ikamelere yani bireysel varlıklara çocuklarını dönüştürmeye çalışıyor. Bütün olay daha sonra bu ebeveynlerin çocukları üzerinde kendilerini yapılandırma ihtiyaçlarıyla, çocukların kendi bireysel varlıklarını yapılandırma ihtiyaçlarının çatışmasından gidiyor.

 

Örneğin sınavlara giriyor çocuklar, o çocuk nedir, hangi okula gitmesi ona daha iyi gelir, hangi duygulanımla neye yatkındır, bunlara değil puanlara bakılıyor, en yüksek yakalanmaya çalışılıyor. Çok önemli bir olay var; bunda hiç tereddüt etmiyorlar ve burada çok emin gidiyorlar. İşte bu eminlik ve tereddütsüzlük sonucunda bilinçaltı, çocuğun kendinin görülmemesine ve yok edilmesine yol açıyor. Çocuğun da ihtiyacı olan bir şey var, asla bundan ayrışamaz, çocuk eğer kendini ilerde oluşturmadığı sürece. Çocukların bilinçaltlarında çok gerçek bir duygu var. “Ben bir çocuğum, bir gencim. Asla kendimi yaşatmam, benim bir anneye ve babaya ihtiyacım var, bir aileye, emniyete ihtiyacım var; onlarla tartışarak, onları yok ederek var olmam mümkün değil “diyor bilinçaltı ve bunun için geri dönüp sürekli onları mutlu etmeye ve onlardan teyit almaya çalışıyor ve bu özellikle 17 yaşına kadar sürüyor. 17 yaşından, 21-22 yaşlarına kadar büyük çatışmalar yaşıyorlar. Çünkü o sırada direniyorlar, direnmeye çalışıyorlar ama 23 yaşlarından sonra kendi oluşumlarını kaybedip, çocukluklarını bilinçaltına itip, o anki elde ettiklerini alarak yaşama çıkmaya çalışıyorlar. İşte bundan sonra ruhsal sancılar başlıyor ve bütün bu elde ettiklerine rağmen yaşadıkları bu anksiyete ve kaygıların, bu güvensizliklerinin nedenini anlayamayıp başvurduklarında biz, o sırada kendi gerçekliğini yakalayamamışlığı gördüğümüzde, onları büyük bir cesaretle çocukluktaki bu sancıların tanımlarına götürüp oradan ayrıştırarak çıkartabiliyoruz.

 

 

Peki bunu hem kendimize hem çocuklarımıza yaşatmamak için ne yapabiliriz?

 

Bilinçaltına itilmiş ve sancılarımızın, zihnimizin ve bedenimizin belleğinde saklanmış olan çocukluk öykülerimizin tanımlanmadığı zamanın  yıkıcılığı, -tanım bile yetiyor çözümlenmesi bile gerekmiyor- ruhsal yapımızı acıtıyor. Belleğimizi hapsediyor, duygulanımlarımızı, içgüdü ve empati yeteneğimizi yok ediyor. Daha katı, zekâsıyla yaşamaya çalışan bireyler oluyoruz ve daha önemlisi düşünme yeteneğimiz kayboluyor. Çünkü düşünebilmek için zekâ ve ruhsal yapının bütünleşmeye ihtiyacı var. İşte kendimiz, var olabilmek ve yaşamak istiyorsak çocukluk öykülerimize ve bilinçaltımıza geri dönmeliyiz. Bilinçaltımızdaki anıları yeniden kazanarak, böylece semptomlarımızdan kurtulmamız gerekiyor ve terapilerin gerçeği de bu.

 

 

Varoluşçu terapi ile edebiyat arasında nasıl bir bağ var? Terapilerinizde edebiyat ve edebiyatçılardan nasıl yararlanıyorsunuz?

 

Edebiyatçılar bu çocukluk öykülerine girebilen, o öyküleri sözcükleri, dil yapıları ve zengin iç algıları ile anlatabilen insanlar. Biz de okuyarak, algılayarak onlardan yararlanabiliriz. Bilinçaltımızda sakladıklarımızın izdüşümünü göstererek, sızarak bizi bilincimize çıkartabilirler, o cesareti bize verebilirler. İşte terapilerimizde de bunu bütünleştirerek yol alabiliriz.