Irmak Zileli’nin son kitabı Şimdi Buradaydı, Everest Yayınları’ndan çıktı. Kayıplar, kayıp yakınları, aileler ve sevgililer; hepsi bir psikiyatristin gözünden, gözümüzün önünden geçiyor. Romanı ve hikâyesini, yazarla konuştuk.
Olay örgüsünün bir hattında gözaltında kaybedilen insanların hikâyesi akıyor. Bunu yaparken bireysel ve toplumsal travmalar arasında nasıl bir ilişki kurmak istediniz?
Bu romanda kötülüğün hem bireysel hem toplumsal görünümlerine bakmak istedim. Romanın ana karakterleri, Birkan ve Yankı’nın hikâyesinin içinde ilerlerken kötülüğün nasıl bir ortamda kök salıp yeşerdiğini görüyoruz. Yok sayılan kayıplar, tutulmayan yaslar, yüzleşilmeyen olumsuz duygular, kötülüğü görmezden gelmeye çalışmamızla doğrudan ilgili. Fakat bu bireysel hikâyeyi toplumsal olandan yalıtmak imkânsız aslında. Bireyin kendi karanlığına bakmaya direnmesiyle iktidarların faili olduğu ve örtbas ettiği travmalar arasında bir bağ var. Bireysel olan da aslında, toplumsal, politik ve kültürel bir mesele. Kültür sürekli olumlu olana vurgu yaparak, kayıpları unutturmaya çalışarak, suçların üstünü örterek yüzleşmenin önünü kesiyor. Ailede tacizi yok sayıyor, okulda öğretmen dayağını görmezden geliyor, köyde kaybolan çocukların hikâyesini bulandırıyor, kentte kadın cinayetine bahane buluyor. Bu aslında susturmanın, örtbas etmenin, suçun sorumluluğunu üstlenmemenin yöntemlerinden biri. Üç maymunu oynayarak kötülükleri yok saymanın ise tek bir sonucu var, kötülüğün daha da büyümesi. Darbe sonrasında ve yıllar boyunca kaybedilen insanlar da yok sayılsın istendi. Öyle biri yok denildi. Gözaltına alınanlar arasında bu isme rastlanmadı denildi. İşte bu nedenle onların hikâyesi, bireysel travma ile toplumsal travmanın kesiştiği yerde bir simgeye dönüştü romanda.
Rekabet ve kıskançlık romanın önemli temaları arasında. Romanın merkezindeki meseleyle nasıl bir bağı var?
Kötülük üzerine düşünürken şunu sordum ve anlamaya çalıştım; insan ruhunun karanlık noktalarında hangi duygular var? Kötülük en çok hangi duyguyla beslenerek büyüyüp serpiliyor? Bu soru beni rekabet ve kıskançlığa götürdü. O zaman şunu fark ettim ki, kıskançlık en çok bastırılan duygulardan biri. En yaygın olanı da kardeşler arası kıskançlık. “Çok ayıp, insan kardeşini kıskanır mı hiç?” lafını duymayan var mıdır? Tek çocuk olanlar duymamıştır ama onlar da kuzenini falan kıskandı diye azarlanır. Kıskançlık duygusuna tahammülü olmayan toplum, bir yandan da rekabetçidir. Bu bana aslında doğal bir duygunun bastırılarak kötücülleştirildiğini düşündürüyor. Bastırılan kıskançlık hiçbir yere gitmiyor aslında, bastırılan diğer duygular gibi. Aksine giderek büyüyor ve dönüşüyor. Kıskançlık da bugün kültür tarafından meşrulaştırılmış olan rekabetçilik üzerinden dışa vuruluyor. Eğitim, iş hayatı, ekonomi, siyaset, rekabet üzerine inşa edilmiş. Peki ama pek çok sıradan kötülüğün bu rekabetçiliğin açtığı kanaldan hayata geçirildiği de bir gerçek değil mi? Ötekinin kuyusunu kazmak, iftira atmak, çelme takmak, yalanla dolanla rakibi saf dışı bırakmak… Ne kadar ilginç bir seyir izliyor insan, doğal bir duygu olan kıskançlığı önce bastırıyor, sonra toplum tarafından normalleştirilmiş rekabetçilikle onu dışa vuruyor. Sonunda kötülük sinsice, umulmadık bir yol bulup hayata geçiyor. Kanıksadığımız kötülüklerden tutun, bizi en çok dehşete düşüren kötülüğe kadar, mesela bir kadın cinayetini düşünelim, çoğunun kaynağında bastırılan o kıskançlık duygusu var.
Roman karakterlerinin yaşadığı kayıplar ve acılar derin bir insanlık hali olarak karşımıza çıkıyor. Bu deneyimler karakterlerin psikolojik ve duygusal özelliklerini nasıl etkiliyor?
İnsanı oluşturan deneyimlerdir. Ben de buradan hareketle karakterlerimi kurarken onları tanımlamak yerine hikâyelerini oluştururum önce. Tabii hikâyeyi oluştururken de romanın meselesi belirleyicidir. Kendi karanlığıyla yüzleşmek/yüzleşememek bir mesele olduğunda ya da kötülüğün farklı görünümleri üzerine düşündüğümde, bunların hikâyede nasıl temsil edileceğini de bulmam gerekir. Bir insanın karanlığıyla yüzleşemeyişini nasıl bir olayla, hangi deneyimlerle gösterebilirim, diye sorarım kendime. Karakterin psikodinamik süreçlerini, aile ilişkilerini belli bir perspektiften kurarım. Bunu yaparken de ister istemez deneyimleri bulup çıkarmam gerekir. Karakterlerin psikolojik ve duygusal özellikleri birer sonuçtur ve metnin bütününden çıkmalıdır, onu okuyanın zihninde oluşmalıdır. Ben bu romanda, sizin de vurguladığınız gibi, o kayıpları ve acıları anlattım. Onlarla nasıl başa çıktıklarını ya da çıkamadıklarını gösterdim. Bu kadarını söyleyeyim. Karakterlerin özelliklerini açıklayarak okurun okuma serüvenine burnumu sokmak istemem.
Roman bir psikiyatrın ağzından anlatılıyor. Hastayla seanslara da şahit oluyoruz. Profesyonel alanınız başka olduğuna göre bu dil nasıl oluştu?
Oldum olası psikoloji alanıyla ilgilenmişimdir. Bu ilgim roman yazmaya başladıktan sonra sürekli olarak belli meseleleri odağına alarak derinleşti. İkinci romanım Gözlerini Kaçırma’da anne-çocuk bağı üzerine derin okumalar yapmıştım mesela. Her romanımda beslendiğim başat kaynaklardan biridir psikoloji, psikanaliz. Bu alanın kuramcılarını okuduğum gibi, vaka örneklerinden oluşan kitapları da hiç kaçırmam. Bugüne dek karakterlerin psikolojik arka planını oluşturmak ve derinleştirmek amacıyla yaptığım bu çalışmanın ekmeğini bu romanda bolca yedim. Ama bu romana özel olarak da psikanalitik yazında yer alan, seans odasında olup bitenlere dair yazılmış kitaplara daha da yoğunlaştım. Analist ile analizan arasında yaşanan aktarım/karşı aktarım deneyimleri, burada terapiste ne olduğu, buna yönelik teoriler… Bu alanda çalışan terapistlerin kendi öznel deneyimlerini de tartışmaya açtıkları kitaplardan yararlandım. Öte yandan ötekini dinlemek ve dinlerken bana ne oluyor diye sormak belli bir uzmanlık alanına has değil. Dolayısıyla Birkan’ın dilini ve zihnini metne yansıtırken, iç gözlemi de ihmal etmediğimi söyleyebilirim.