Yirminci yüzyılın ikinci yarısında doğdu, hâlâ yaşıyor. Sanatın gölgesine sığındı. Genelde edebiyat, özelde öyküden bir damın altında oturuyor. Kendini yazardan çok okur olarak tanımlıyor.

EDEBİYATTA VE YAŞAMDA HALLAÇ ETKİSİ…

Yaşasaydı 93 yaşında olacaktı Leylâ Erbil; yaşasaydı, belki çok daha deli ve öfkeli satırların kalemi ve o kalemin varlık nedeni de. 12 Ocak 1931 yılında dünyaya gözlerini açan ustamız, sayısız kitapla, bizlere bizi ve hallerimizi anlatırken, yarattığı kendine özgü dünyanın da bir tanrıçasıydı. Onu kalbimizin en derin noktasında saygı ve özlemle anıyoruz.

Bu sayıda okuyacağınız Leylâ Erbil söyleşisi, 18 Eylül 2008’de yazarın Teşvikiye’deki evinde yapıldı. Bu söyleşi, aynı zamanda videoya çekildi ve PEN Kadın Yazarlar Komitesi’nin “Edebiyattan Sanata” sempozyumlar serisinin “Leylâ Erbil, Edebiyatta Hallaç Etkisi” bölümünde Leylâ Erbil belgeselinin bir parçası olarak gösterildi. Bu röportajı yapan ve yıllar sonra Mikroscope ailesiyle paylaşan Nalan Barbarosoğlu’na içtenlikle teşekkür ediyoruz.

 

Edebiyata ilginiz ne zaman başladı?.. Siz yazmaya ne zaman başladınız?.. İlk yazdıklarınızdan ya da yazma denemelerinden sonra neler duyumsuyordunuz?.. Kendinizi nasıl hissediyordunuz?

Doğrusu edebiyata ilgimin tam ne zaman ve nasıl başladığına ait kesin bir bilgim yok. Bütünsellik kavramı içinde bakarsak bu “oluş”un hazırlayıcısının benim bir biçimde sakatlanmış, hasta olmam, bir hiçlik, eksiklik duygusu içinde bocalamam yüzünden olduğunu düşünebilirim. “Eksiklik” derken, sevgili Yüksel Koptagel’in “Kadında Eksiklik Duygusu” adlı Freudien görüşünden söz etmiyorum. O başka bir kategori. Ancak var olmayla birlikte insanoğlunun içine düştüğü henüz aşılmamış olan bir merhaleden, oluştan söz ediyorum. Kendimi psikanalize yatırarak eğlenceli bir biçimde yanıtlayayım sizi.

O vaktiyle aşamadığım eksiklik duygusu burnumu çirkin bulmamdı! Burnumun ucunun yüzümdeki orantıyı bozduğu inancı beni yıllarca rahatsız etti. Tabii Hollywood kaynaklı filmlerin etkisi çok bu saplantımda. Öte yandan gözlerimin güzel olduğunun durmadan yinelenmesi de zamanla aşağılanma gibi gelmeye başladı bana. Erkek arkadaşlarımın gözlerim güzel diye beni sevmeye kalkmaları haksız ve onur kırıcı geliyordu bana; çünkü bu biçimde burnumu beğenmediklerini de söylemiş olmaktan başka ben de sevilecek tek yerin göz olduğunu itiraf ediyorlardı sanki. O vakit, yani gözlerim güzel olmasa benim bir değerim olmayacaktı! Bu durum çirkin yaratılmış olanlara karşı da bir haksızlık duygusunu içine katarak isyana, redde sürüklüyordu beni. Bir yerde daha söylemiştim, Roland Barthes da “gövdenin ırkçı”lığına inanır; “gövdenin çevresinde iblisler dolaşır durur” der. Sadece böyle fiziksel sinircelerle de bitmiyor iş; çevremizdeki başka

eşitsizlikler de isyana benzer duygulara sürükleyip durmuştur beni. Küçükken konuşulanlardan kulaktan dolma, giderek gözlemleyerek öğrendiğim toplumsal eşitsizlikler adaletsiz ve haksız bir dünyada yaşamak zorunluluğu. İşte bu gerçeği aklın egemen olduğu ruh, yani “tin”le ortaya çıkarabildiğimi sanıyorum sonunda. Yani diyalektik maddeci bir dille söylersek “değişme ve oluş” ilkesine doğru yaşanan “tinsel” süreçlerle.

Her insan başka kurtarıcılara doğru kayar bu durumda, örneğin bir sevgiliye yaslanır, spora düşer, dine bağlanır vb… Benimki yazmak oldu, tabii hem yazmak sevgilinin olmasına engel de değil! Bir de edebiyat fakültesinde okuyan ablamın arkadaşları olan o yazar çevresiyle tanışma şansım oldu. Yoksa annemin okuduğu Zavallı Necdet’leri, ya da denizci bir babanın “öyle bir şiddeti tasmim ile çıktım ki yola / karşıma eğer sengi-mezarım gelse dönmem…” diye Abdülhak Hamit şiirleri okuyarak dolaşması yüzünden sanata kaydığımı pek sanmıyorum.

Ortaokulda her çocuk gibi şiirler yazdım. Lisede düzyazıya, hikâyeye döndüm. 1950’lerde başladığım hikâyelerimden bazılarını Sait Faik’e okumak şansım da oldu. O ne dedi? Şimdiki aklımla onun bunları ciddiye aldığına pek inanamıyorum. Sadece bir seferinde Haydar İbrahim Saka, o ve ben olduğumuz bir gün okuduğum bir hikâyeden sonra “Eh biz kalemlerimizi kıralım artık!” demişti ve ben de inanmıştım yazar olacağıma!

 

Bugün geriye dönüp baktığınızda hangi kitabınızı ya da kitaplarınızı daha çok seviyorsunuz?.. Neden?

Bugün, o tarihte Hallaç‘ı yazmış olmamı önemsiyorum. Hallaç acemice de olsa yeni bir sayfa açma kararlığımın göstergesidir. Oradaki metinlerin yazılış tarihleri de 1960’tan öncedir. Tarihi düşününce o günkü edebiyata bir şamar atmak anlamına gelebilir. Elbette o yüzden ve o kitapla başlayan Gecede dışında tüm kitaplarımda yazılı olan “bu kitap hiçbir ödüle katılmamıştır” ibaresi de birçok yazar ve eleştirmende örneğin sonsuza kadar süren bir tepki ve hınç uyandırmıştır. Bu etki-tepki durumu beni ben yapan şeylerden biridir elbet. Kısacası bu kitabıma bir başka türlü bakıyorum.

 

Bugün geriye dönüp baktığınızda, okuduklarınız arasında sizde dönüşüm yaratan kitaplar hangileriydi?.. Sizde ne/neler değiştirdiler?

Bana cesaret veren kitaplar var. Dostoyevski, Kafka, Beckett insanı bizim edebiyatımızın çok ötesinde ırgalayan bir dille yazanlar. Nazım Hikmet başlı başına bir yol açıcıydı yazarlık yaşamımda. Zaten ben, düzyazıdan çok şiirle beslendiğimi düşünürüm. Dilimde şairler vardır. Düz yazıda Sait Faik, S. Ali, üç Kemal’ler. Ama ben ya da bizim kuşağımız yeni ve başka bir dil peşinde idik gene de. Bir de insan içinden çıktığı toplumun bir ürünüyse fark etmeden de dönem dönem ürünlerinde tanıklıklar olmuştur. Dünya konjonktüründen arındırılmış bir iç siyaset olamayacağını paranteze alarak 12 Mart darbesi Eski Sevgili‘de, 12 Eylül vahşeti ve Türk toplumunun haritası Karanlığın Günü‘nde, Mektup Aşkları‘nda baskındır. Ulus-devleti yıkma ittifakına girmiş dincilerle neo-liberallerin post modern siyaseti, ya da faşist güçler Cüce ve Üç Başlı Ejderha‘ya sızmıştır. Ancak bildiğiniz gibi, benim alışılmış bir tarzım, popüler olma, okuru kollama, pazara dönük yazma gibi kıvraklıklarım eksiktir. O yüzden “Neyi ne kadar değiştirdiler?” sorusuna işte kitaplarımdaki kadar demekle yetineceğim.

 

Bugün ’50 kuşağına baktığınızda kuşağınız hakkında neler söyleyebilirsiniz? O günlere geri döndüğünüzde, içinde yaşayan biri olarak neler söylersiniz?

1950 kuşağı hikâyeci ve romancılarının edebiyatımıza katkıları ve değerleri yeterince incelenmedi diye düşünüyorum. Orada bir kırılma yaşandı. En önemlisi dil kırılmasıydı. Necatigil bunu eşsiz sezgisiyle Hallaç’ta yakalamış ve “söz dizimini değiştiriyor” demişti. Biz bir süre itilip kakıldık. Ben 1950 kuşağı yazarlarını daha çok, içerik ve dil olarak birbirine yakın olanlardan oluşturuyorum. Kimi yazarlar doğum tarihi tarihine bakarak yelpazeyi genişletiyorlar. Doğrusu hangisidir zamanla anlaşılır.

1950 kuşağı ortaya çıktığında iktidardakiler çok partili demokrasi provası yapıyordu. Menderes-Celal Bayar hükümeti şimdiki AKP gibi büyük oylarla iktidara gelmiş ve hemen gerici, dinci politikalarını uygulamaya koymuştu. O dönemde kendisine muhalif olan gazetecileri hapse atarak işe başladı. Örneğin Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Emin Yalman, Metin Toker bunlardan birkaçıydı. İnönü’nün kapattığı köy enstitülerinin yerine İmam Hatip okulları açılıyordu; din okullarındaki öğrenci sayısının %93 oranında arttırıldığını belgelerden bulabilirsiniz! Amerika’nın isteğiyle Kore’ye askerlerimizin gönderildiğini, Türkçe ezanın Arapçaya çevrildiğini, giderek 6-7 Eylül Olayı rezaletini ve “Vatan Cephesi”yle halkı ikiye bölme yöntemine giriştiklerini de anımsarsak şu zavallı insanlarımızın nasıl hoyrat ve bencil ellerde oyuncak edildiğinin ayni oyunu AKP hükümetinin daha da cüretkâr biçimde insanlarımızı “dinle aldatarak” sürdürdüğünü eklesem o günün siyasi tablosunu çizmiş olurum.

Demin edebiyatta bir kırılma noktasıydı bu kuşak dedim. Burada ince bir nokta vardır. Biz, bizden önceki büyük yazarlar kuşağını ki ömrünün bir bölümünü hapiste ve işkencede geçirmiş olanların da bulunduğu Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Ahmet Arif, Kerim Korcan, Şükran Kurdakul, Rıfat Ilgaz, Asım Bezirci, H.İ. Dinamo, Enver Gökçe, Arif Damar gibi saymakla tükenmez bir kuşağın anti-emperyalist, laik, sol şiarını benimsemiştik. Atatürk’ün bazı yanlarına muhaliftik, ama bu eleştiri daha ileri bir toplum adına sosyalizm adına yapılıyordu, yoksa onunla geldiğimiz yerden daha gerilere gitmek için değil. Ancak düz yazıda onların devamı olmak istemiyorduk. Başka, yeni bir sayfa açmak istedik. Yeni bir yazın dili getirdik. Bu kuşağa kimse Aziz Nesin geleneğini, Kemal Tahir geleneğini, Yaşar Kemal geleneğini sürdürdü diyemez. Zaten daha çok kentli yazarlardık. Yaşar Kemal gibi yazmaya hiç özenmedik; özenemezdik de zaten.

Ancak tevarüs ettiğimiz sözünü ettiğim sol zihniyetle, Türkiye İşçi Partisi kurulunca çoğumuz hemen oraya üye olduk. Öte yandan batı kültürünün de takipçisiydik. Batı felsefesinin yazı ustalarından, o sırada bütün dünyanın ilgisini uyandıran “varoluşculuk”tan; özellikle Sartre ve Camus’den etkileniyorduk. Freud, Marx, Gerçeküstücülerin ve Aydınlıkçılar’ın da göz kamaştırıcı etkisiyle başka bir biçime yönelmiştik. Böylece 1950 kuşağı yazarları giderek büyüklüğünü bugün daha da iyi anladığımız felsefecimiz, Selahattin Hilav bizim kendinden önceki ustaların yolundan koptuğumuzu açıkça anlatmıştır. Şöyle diyor Hilav: “Türk edebiyatçısının yazma edimi ile yaşamı, düşüncesi, özlemleri arasında organik bağın kurulmasıydı bu (…) Üstelik ilk olarak, Türk edebiyatçısı, Batı’nın estetik ve düşünsel alandaki yaratışlarıyla, zamansal açıdan aynı hizaya gelmişti… (Selahattin Hilav, Zihin Kuşları Üzerine Çeşitlemeler. Önsöz. İkinci basım, İş Bankası Yayınları 2003. (Zihin Kuşları, Leyla Erbil, Denemeler) 1950 kuşağı dendiğinde bu noktanın anlaşılması çok önemlidir çünkü çok daha sonra gelen öykücü ve romancıları bile o yenilikler etkilemiştir.

 

Sizin edebiyat ortamına girdiğiniz dönemlerde kadın yazar olmak ne ifade ediyordu?.. “Kadın yazar” algısı nasıldı? O günden bugüne edebiyat ortamında kadın yazar algısı değişti mi?.. Ne türden bir değişiklik oldu?

Kadın yazar olmak konusuna pek çok yerde değindim şimdi bunu size yeniden yazmak yerine bir kitabımdan aktarmak isterim. Kitabın adı, Türkiye’nin Çıplak Tarihi, Editör: Cem Mumcu, OkuyanUs Yayınları 1. Baskı, 2004, sayfa 75.)

 

Edebiyat ortamında çevrenizde kimler vardı? Kimler size edebiyatta uzun yol arkadaşı oldu?

Edebiyat ortamında bütün o “kadın olma” sorunlarını ben de, karşımdakiler de aştıktan sonra yerimi alabildim. Zaten başından bu yana Ahmet Oktay, Demir Özlü, Orhan Duru, Önay Sözer, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar, Metin Eloğlu, Sina Kabağaç, Selahattin Hilav hep yanımdaydı. Biricik Fikret Otyam, Orhan Peker! (Hallaç‘ın ilk baskısının kapağını o yapmıştır.) Tabii Hallaç gibi hiç satmayacak bir kitabı üstelik 400 TL karşılığında basan Salim Şengil’i unutmamalıyım. A. Arif bir başka büyük şair bana nasıl güvenmiş, hapisteyken bile yazdığı mektuplarıyla nasıl yol göstericim olmuştur. Tektaş Ağaoğlu, Öner Ciravoğlu, Yusuf Ziya Bahadanlı, Şükran Kurdakul, Füsun Akatlı.

Eski kuşaklardan en yakın yardımcım, dostum, arkadaşım Rıfat Ilgaz’dı. Yobaz dincilerin Sivas’ta yaktığı otuz beş arkadaşımızın arkasından dayanamayıp vefat eden şair mizah ustası sevgili Rıfat Ilgaz. Daha sonra Ankara’da 1956’da tanıdığım dilimizin en büyük şairi İlhan Berk! Ya Edip Cansever ve tüm “ikinci yeni kuşağı” demeliyim. Ece Ayhan dışında!.. Bugün Enver Ercan’ın da gerektiğinde nasıl yanıma koştuğunu bilirim. Enis Batur’la bu büyük kültür adamıyla, pek sık görüşemiyoruz, ama biliyorum seviyoruz birbirimizi. Böyle başkaları da var…

Sevim Burak’ı bıraksalardı sonuna kadar devam ederdi dostluğumuz! Tezer Özlü ve Tomris Uyar adlarını anarken içim sızlıyor. Can Yücel, Gürdal Duyar, Nevin-Nejat Çokay, Nevhiz Tanyeli ve sevgili Kaş Feridun! Şu anda kim bilir kimleri unuttum. Büyük bir birikim. Birbirimize neler geçirdik, neler aldık, neler verdik. Uzun yol arkadaşlığı evet, kaç yıl geçtiğini düşününce şaşıyorum doğrusu. Şimdi ise daha yeni kuşaklardan, en genç kuşaklardan da yepyeni dostlarım oluşuyor. Ne mutlu bana.

 

Bugün dünyaya bakışınızı sormak istesek ne dersiniz?

Aynen F. Nietzsche’nin söylediklerini: “Doğaya her türden aykırılık günahtır, en günahkâr insan din adamıdır; o doğaya aykırılığı öğretir. Rahibe gösterilecek olan nedenler değil, tımarhanedir. Herhangi bir tanrıya tapınma ayinine katılmak, kamu ahlakına tecavüzdür. Kutsal tarih, layık olduğu adla lanetli tarih adıyla anılmalı: ‘tanrı’, ‘Mesih’, ‘kurtarıcı’, ‘aziz’ sözcükleri küfür olarak, canilere takılan adlar olarak kullanılmalıdır. Gerisi kendiliğinden gelir. (Deccal).