Gamze Elvan

“LGBTİ+’ların inadı ve direnişi yegane umut kaynağı” – Yıldız Tar ile söyleşi

İstanbul-Beyoğlu'nda doğdu. Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 2015'ten beri Medyascope'un bir
parçası. Medyascope'ta editörlük ve muhabirlik yapıyor. Güne
Bakış'ın bir dönem editörlüğünü üstlendi, Haber Hafta Sonu ve
Gökkuşağı Bülteni'nin editörlüğüne devam ediyor. Her sabah
gündeme dair gelişmeleri Medyascope'un podcasti Güne
Başlarken'de anlatıyor. Güncel siyaset ve toplumsal gelişmeler ile
ilgileniyor.

Son bir yılda LGBTİ+’lara yönelik baskı, şiddet ve ayrımcılık iyice gözle görünür hale geldi. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (THİV) raporuna göre  2021 yılında işkence ve ağır insan hakları ihlalleriyle ilgili LGBTİ+’ların başvuruları altı kat arttı. Raporda, “Bu artışın LGBTİ+’lara yönelik kullanılan homofobik nefret dilinin ve fiillerinin Boğaziçi Üniversitesi protestoları, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme süreci, Pride yürüyüşü vb. eylemlerinde hakim kılınmasından kaynaklandığı düşünülmektedir” denildi. Kaos GL editörü, yazar Yıldız Tar ile salgın zamanında LGBTİ+’ların yaşadıkları zorlukları, LGBTİ+’lara yönelik artan baskıları, geçen yılki Onur Yürüyüşü’nü ve bu yıl düzenlenecek Onur Yürüyüşü’nü konuştuk. Yıldız Tar, LGBTİ+’lara yönelik baskılar ne kadar artsa da inadın ve direnişin “umut kaynağı” olduğunu söylüyor…

-Salgın LGBTİ+’ları nasıl etkiledi?

2020 senesi denildiğinde ben pandemiyi düşünmüyorum. İlk aklıma gelen şey pandemi ya da salgın olmuyor. LGBTİ+’ların sistematik olarak hedef gösterildiği, karalama kampanyaları yürütüldüğü, LGBTİ+ varoluşunun “aile”, “din”, “batı ajanı” gibi söylemlerle düşmanlaştırıldığını hatırlıyorum. Bu bile pandemiyi LGBTİ+’ların nasıl deneyimlediğini gösteriyor. Herkesin ekmek yaptığı, evde sıkıldığı bir pandemi yaşarken LGBTİ+’lar en üstten en alta devlet kademelerine kadar nefret kampanyalarına maruz bırakıldı. Bundan önceki yıllarda hükümet açısından LGBTİ+ hakları alanında belki bir politika eksikliğinden bahsedilebilecekken artık LGBTİ+ politikalarının olduğunu söyleyebiliriz hükümetin. Çok net bir LGBTİ+ politikaları var ve bu da devletin tüm kurumlarını LGBTİ+ düşmanlığı ekseninde yeniden ve yeniden dizayn etmek. Şu an bilgili, donanımlı kendi politikasını gerçekleştirmiş bir düşmanlaştırma stratejisi var.

Pandemi 2020 Mart ayında başlamadan önce sınırdaydı hepimizin gözleri. Mültecilerin Türkiye-Yunanistan sınırına gittiği ve sınır kapılarının açılacağı vaadiyle çok ciddi hak ihlallerine maruz kaldığı bir gündemdeydik. Pandemiyle birlikte bakış açımız oradan başka bir yere çevrildi. Sınıra giden LGBTİ+ mültecilerle yaptığım röportajlarda “Türkiye bizim için bir cehennem. Bu kapının açılmayacağını biliyoruz ama binde bir açılma ihtimali varsa bile bunu değerlendirmek zorundayız” diyorlardı. LGBTİ+’ların ve LGBTİ+ mültecilerin nelerle karşılaştığına dair resmi çok iyi özetliyordu bu cümle. 24 Nisan bir dönemeç noktasıdır.

Diyanet İşleri Başkanı pandeminin sebebi olarak LGBTİ+’ları, HIV’le yaşayanları ve “zina yapanları” göstermeden önce bir yazı yazmışım, LGBTİ+’ların pandemiyi nasıl deneyimlediğine dair beş başlık çıkarmışım. İlki sağlığa erişimdeki sıkıntılardı. Sağlıktaki halihazırda devam eden ayrımcılığın yansımaları. İkincisi çalışma hayatına ilişkindi. Eğlence sektörünün dışında da istihdam araştırmalarımız her yıl tutarlı bir şekilde bize LGBTİ+’ların daha işe alım aşamasından başlayarak devamında bütün iş yaşamında ayrımcılık ve nefret söylemiyle karşılaştığını gösteriyor. Kimliklerini saklamak zorunda kalıyorlar ancak yine de dedikodular ve varsayımlar üzerinden LGBTİ+’ların bırakın eşit olarak var olmasını, var olamadığını görüyoruz. Sizi işe alıyor olmanın kendisi bir lütuf olarak görülüyor. Sizin herhangi bir kriz anında ilk vazgeçilen olacağınızı söylüyorlar. LGBTİ+’ların ne kadar kırılgan koşullarda olduğunu bir kez daha gördük. Sadece para kazandığınız bir yer değil çalışma hayatı. İş hayatı geri kalan bütün alanları da belirleyen bir yer. Burada yaşanan bir ayrımcılık bir bütün olarak hayatımızı etkiliyor. O dönem bir de “ev sahiden de güvenli mi?” sorusunu sormuşum.

Son başlıksa bu sürecin LGBTİ+’ları düşmanlaştırmak için bir fırsata dönüştürme ihtimaliydi. Çocukların çizimleri üzerinden konu LGBTİ+’lara bağlandı, çocukların gökkuşağı çizip pencereye asmalarından Milli Eğitim Bakanlığı devreye girdi. Kurumların kendi aralarında iletişim sorunu yaşarken pandemide LGBTİ+ nefretinde öyle koordineli bir şekilde çalıştıklarını gördük ki… Düşmanlaştırmak için tankla tüfekle gelecekler neredeyse. Sonra Netflix meselesi başladı. RTÜK devreye girdi. 23 Nisan’da “LGBTİ+ çocuklar vardır” diye insanlar çocukluk fotoğraflarını paylaştılar. Nasıl paylaşılır diye öyle bir infial yaratıldı ki. Söz konusu LGBTİ+ çocuklara şiddet uygulamak olduğunda vardık ama ben bu sefer de 31 yaşımda yok olduğumu öğrendim. Ve 24 Nisan’a gelindiğinde Diyanet’in hutbesiyle birlikte devletin tüm kurumları sıraya girdi, LGBTİ+’lara nefrette birleştiler. Ticaret bakanlığı devreye girdi, reklamlara yasak getirildi. Derken Boğaziçi direnişinde artık biz LGBTİ+’ların düşmanlaştırılmasıyla ilgili sistematik bir ortamda yaşadığımızı gördük. Bu ortamda pandemiyle birlikte size dünyanın genel gidişatından soyutlamayı da hedefleyen bir şey.

-Sizin bu anlattıklarınızdan yola çıkarak baskının giderek arttığı söylenebilir. Peki, son bir yılda neler değişti?

Hükümetin LGBTİ+ hakları konusunda açık ve seçik bir politikası varken, bütün kurumlarını seferber etmişken hükümet dışı aktörlerin, yerel yönetimlerin, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların, meslek odalarının bir politikası yok. Ya hedef gösterildiğinde en iyi ihtimalle bir açıklama yapmakla sınırlı ya da “kadınlar ve LGBTİ+’lar” demekle geçiştirilen bir konumdayız. Kamuya adım attıran toplumsal ve siyasal baskıdır çoğu zaman. Bunu kurabilmek de diğer kurumların LGBTİ+ politikalarını kendi politikalarının merkezine çekmeleri, gündeme göre lütfettikleri veya vitrin olarak görmedikleri bir düzlemle mümkün. Hak mücadelesi yürüttüğünü söyleyen kurumların anlık bir refleksle değil politika geliştirebilecekleri bir düzlemle ilerlemesi gerekiyor. Bu çok acı bir durum. Muhalefetin, muhalefet partisi yönetimindeki belediyelerin, sendikaların, meslek odalarının, insan hakları örgütlerinin LGBTİ+ hakları politikasının olmadığı ancak Hükümet’in LGBTİ+ hakları konusunda politikasının olduğu bir dönemdeyiz.

Yoksulluğun da cinsiyet kimliği var. Haklarından mahrum edilmiş tüm kesimler gibi LGBTİ+’lar da derin yoksulluk denen cenderenin içinde. Geçtiğimiz günlerde bir belgesel çekimi için İstiklâl Caddesi’nde tersine Onur Yürüyüşü yaptım. Tünel’den Taksim Meydanı’na doğru yürüyen herhangi biri Beyoğlu’nun her sokağında evsiz, yoksulluğun en derin halini yaşayan lubunyaları görür. Yoksulluk LGBTİ+’ları hem ekonomik hem de cinsel sömürüye açık hale getiriyor. Bir lubunyayı işe almak “lütuf” olduğu için garsonuna 10 lira veren bir işletme lubunyaya 5 lira verebiliyor. Seks işçiliği meselesi de böyle. Seneler önce Tarlabaşı’nda bir trans kadın öldürülmüştü. Haber yapmak için sosyalist bir arkadaşımla öldürülen trans kadının evine gitmiştim. Eve girdiğimizde arkadaşımın yüzü değişti ve dışarı çıktı. İşim bittiğinde ona öfkeli bir şekilde “hayrola” dedim. “Ev çok kötü durumda, daracık, bir sürü insan var, o yüzden midem kalktı” deyip ağlamaya başladı. O an transların böyle evlerde yaşıyor olmasını normalleştirdiğimi fark etmiştim.

2021, LGBTİ+’lar açısından ifade özgürlüğü hakkının çok yoğun olarak ihlal edildiği bir yıl oldu. Bütün ihlallerin yüzde 30’a yakınını ifade özgürlüğü ihlali oluşturdu. Kaos GL 2021’de 8 nefret cinayeti raporladı. Ancak, bu sayının çok daha fazla olduğu ve medyaya yansımadığı düşünülüyor. 2021 yılında polis özellikle toplantı ve gösteri yürüyüşleri sırasında veya sonrasında işkence ve kötü muamele yasağını birçok defa ihlal etti. Aydın, Çanakkale, Ankara, İstanbul, İzmir gibi ülkenin birçok yerinde gerçekleşen en az yedi olayda en az 12 kişiye karşı bu yasak ihlal edildi. Emniyet Müdürlükleri veya İçişleri Bakanlığı bu olaylardaki işkence veya kötü muamele yasaklarını ihlal eden personel hakkında idari veya adli soruşturma açıldığına dair bir bilgi vermedi. Boğaziçi Üniversitesi ve destek eylemleri sırasında yaygınlaşan kötü muamele, LGBTİ+ aktivistlere karşı çoğu zaman işkence boyutuna ulaştı. Toplanma ve gösteri yapma hakkına dönük katı devlet müdahalesi özgürlük ve güvenlik hakkı yönünden yoğun ihlalleri beraberinde getirdi. Boğaziçi eylemlilikleri, 8 Mart yürüyüşleri, İstanbul Sözleşmesi protestoları, Onur Yürüyüşleri bir araya geldiğinde yüzlerce LGBTİ+ özgürlük ve güvenlik haklarından mahrum bırakıldı; şiddet kullanılarak gözaltına alındı. Salgın gerekçesiyle uygulanan sokağa çıkma yasakları LGBTİ+’ları evlere mahkum ederken kamu kurumları ve iktidar koalisyonu ortağı partilerin takipçileri, toplu etkinliklerde bir araya gelmeye devam etti. Öğrenciler tarafından yapılan yurt eylemlerine katılan LGBTİ+’ların fişlendiği, bizzat İçişleri Bakanı tarafından itiraf edildi. Müzisyenler, LGBTİ+ olmaları gerekçe gösterilerek Konya, Diyarbakır, Gaziantep ve Bursa’da sahne yasaklarına maruz bırakıldı. LGBTİ+ hak örgütlerinden, kuruluşu 2020 ve öncesine dayananların önemli bir kısmı gerekçesiz olarak denetim sürecine alındı, denetlenenlerin bir kısmı idari para cezası ödemek zorunda kaldı.

– Gelelim günümüze: Bu yılki Onur Yürüyüşü’nün teması neden “direniş”?

Bu yıl, İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’nın teması “direniş” olarak açıklandı. Her sene açık çağrıyla bir araya gelen komitenin örgütlediği haftanın teması ikinci kere direniş olarak belirlendi. Daha önce 2013 yılında, Gezi direnişinin ertesinde tema “direniş”ti ve bu sene tekrardan “direniş” teması seçilmesini Onur Haftası ekibi, Gezi davası ve artan baskıyla açıkladı. Tam da Onur Yürüyüşü artık İstanbul sınırlarını aşmış, başka birçok şehirde de onur yürüyüşleri düzenlenmeye başlamışken tarihî bir eşiktir bana kalırsa 2013. Gezi Parkı’ndan yükselen isyan sesleri içerisinde LGBTİ+’ların sesleri de vardır. Çünkü Gezi Parkı’nın geceleri yakından tanır lubunyaları, onların hikayelerini. Çünkü Gezi Parkı merdivenleri taa 1987’de eşcinsel ve transların açlık grevlerini de hatırlar. Aynı yıl, Onur Haftası “Direniş” temasıyla yapılır. Haftanın finali adına yaraşır bir yürüyüşle gelir. 2003’te yapılabilen yürüyüşün onuncu, 1993’te engellenen yürüyüşün 20. yılında yüz bin kişi yürür İstiklal Caddesi’nde. “Diren ayol” sesleri yükselir şehrin kalbinden. 2014’te de aynı kalabalık İstiklal’i doldurur. Onur Yürüyüşü artık herkesin sadece katıldığı bir yürüyüş değildir. Herkesin, kendisi olabildiği bir yürüyüştür… 2015’ten beri yasaklanan yürüyüş söz konusu iken, 2013’ü hatırlamak ve hatırlatmak hepimize iyi gelecek.

Öte yandan İzmir Onur Haftası’nın teması ise “Hafıza”. Bu yıl 10.’su düzenlenecek olan İzmir LGBTİ+ Onur Haftası’nın teması belli oldu. 10. İzmir LGBTİ+ Onur Haftası Komitesi, “Hafıza” temasını şöyle duyurdu: “Hafızamıza kazınanlar ve hafızanıza kazıyacaklarımız var. Temamızı ‘hafıza’ olarak seçiyoruz çünkü yaşadıklarımızın ve yaşantılarımızın tarihsel belleğini gözler önüne sermek istiyoruz. Biz LGBTİQ+’lar mücadelemizin ve direnişimizin tarihini biliyoruz. Temamızı hafıza olarak seçtik çünkü Ülker Sokak’ta yaşanılanları, Esat-Eryaman’ı, devletin yaşattığı ve sürekli olarak körüklediği şiddeti kara bir leke olarak yeniden hafızalara kazımak istiyoruz.” Komite, hafızaları tazelemek, tarihi kendi sözümüzle yazmak ve geleceği değiştirmek isteyen herkesi 20-26 Haziran tarihlerinde 10. İzmir LGBTİ+ Onur Haftası etkinliklerine ve akabinde gerçekleşecek İzmir Onur Yürüyüşü’ne davet ediyor. Program önümüzdeki günlerde belli olacak.

-Geçen sene Onur Yürüyüşü’nde gözaltına alınanların davaları ne durumda?

Yasaklar ve polis saldırılarının gölgesinde geçen 2021 İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası’na ilişkin altı ayrı dava açıldı. Bu davaların bir kısmı beraatle sonuçlanırken, bir kısmında henüz karar verilmedi. 2021, polisin daha yürüyüş başlamadan başlayan saldırısı ve polis işkencesine rağmen en uzun süren yürüyüş olarak da tarihe geçti. Geçen yıl “En Uzun Yürüyüş” diye tabir ettiğimiz yürüyüştü çünkü daha 17:00 olmadan, yürüyüş başlamadan polis saldırısı başladı. Ve birçok insanın işkence ile gözaltına alındığını gördük. Ters kelepçenin çok yaygın olarak uygulandığı, sokaklarda insanların yerlere yatırıldığı hatta gazeteci arkadaşımızın boynuna basıldığı görüntüler yayınlanmıştı. Bunlarla birlikte saldırı İstiklal Caddesi’nin geri kalan her yerine sıçradı. Akşam saat 21:00-22:00 saatlerine kadar tüm saldırılara rağmen LGBTİ+’lar her yerde buluşarak Onur Yürüyüşü’nü gerçekleştirmeye çalıştı. Bunun ardından ilk kez Onur Yürüyüşü’nde altı ayrı dava açıldığını gördük. Daha önceki yıllarda da davaların açıldığını ve hepsinden de beraat edildiğini görmüştük. Haliyle bu dava açılma süreci yargı yolunda yıldırma meselesine döndü. Bu davaları açanlar da ceza alınmayacağını çok net bir şekilde biliyorlar çünkü Anayasa gereği yürüyüş düzenlemek temel bir hak ve 2911 sayılı kanuna bir muhalefet olmadığı gibi asıl dava açılması gereken, yürüyüşü engelleyen mülki idare ve mülki idarenin emriyle LGBTİ+’lara saldıran polisler. Bunu bir araca dönüştürdüler ve Onur Yürüyüşü’ne polis saldırısı adliyelerde yargı yolunda yıldırma politikasına dönmüş durumda.

-Son bir senede iyiye giden hiç mi bir şey olmadı?

Bunca kötülüğe, her şeye rağmen LGBTİ+’ların inadı ve direnişi yegâne umut ve iyilik kaynağı. Topyekün saldırılara rağmen LGBTİ+’ların insan hakları alanında en dinamik kesimi oluşturması, toplumsal muhalefetin hak alanından doğru unsuru olarak bütün baskılara rağmen özellikle ifade özgürlüğünü kullanma konusunda ısrarcı olması… İyiliğin de umudun da kaynağı burası.