İstanbul’da dünyaya geldi. Nişantaşı Rüştü Üzel Meslek Lisesi Aşçılık Bölümü mezunu. Üniversite öğrenimini Bilgi Üniversitesi Aşçılık Bölümü’nde tamamladı. Anadolu Üniversitesi Marka ve İletişim Bölümü’nde eğitimine devam ediyor. Aşçılık kariyerinin yanı sıra Newslab Atölye’den kamera eğitimi aldı. Sonrasında editörlük eğitimi alarak medya alanında eğitimlerine devam etti. Mikroscope Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı olarak görev yapmaktadır.

Semiramis Hanım’la, Çağla Ağırgöl’ün önerisi sayesinde tanıştım. Sergiyi gezdiğimde oradaki yüzlerin ve ince detayların büyüsüne kapıldım. Ardından Müge Hocam’ın programında onu dinleme fırsatım oldu ve nihayet yüz yüze tanışmak da kısmet oldu. Sanatından ve kullandığı tekniklerden bahsetmek beni gerçekten derinden etkiledi. Keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Şimdi, o anları sizlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyorum.

Eski fotoğraflardan ilham alarak çalışıyorsunuz. İlk eski fotoğrafı sahaflarda bulduğunuz günü hatırlıyor musunuz? O günden bugüne bu yüzlerle aranızda nasıl bir bağ oluştu?

1990’dan bu yana sahaflardan fotoğraflar, dergiler; antikacılardan kolyeler, plaklar, haritalar topladım. Bu fotoğrafları ilk kez 2005’teki Yapı Kredi Kazım Taşkent Galerisi’ndeki sergimde kullandım. Resimlerimde bu kareler başta yalnızca arka planda mütevazi bir rol üstleniyordu.

Fakat zamanla bu fotoğraflardaki yüzlere, duruşlara, ellere ve kıyafetlere hayran kalmaya başladım. Avrupa’nın diğer şehirlerinden aldıklarımla karşılaştırdığımda, bizimkilerde bambaşka bir şey vardı.

Çocuklar hep anneleri tarafından ellerinden tutulmuştu; herkes birbirine sarılmış, sokulmuştu. Koruma ve kollama duygusu apaçık görünüyordu. Bunu fark ettiğim zaman, 90’ların başıydı. 

“Ben de sizi koruyacağım,” dedim kendime. “Sizlerin insan boyunda portrelerini yapacağım.”

Eserlerinizdeki portrelerde inanılmaz detaylar var; mesela bir portrenin kolye ucunda bile başka bir yüz saklıydı. Danteller, kumaşlar o kadar ince işlenmiş ki uzaktan bakınca tablo değil de eski bir fotoğraf sanıyoruz. Fırça darbesi neredeyse görünmüyor. Bu kadar katmanlı ve ince işçiliği nasıl kurguluyorsunuz?

Unutulmamalıydılar. Onların hatıraları sadece arkada bıraktıkları fotoğraflardan ibaret değildi. Portrelerine eşyalarıyla birlikte çıktılar. Eldivenleri, kolyeleri, kol düğmeleri, kravatları, şapkaları…

İşte böyle başladı detaylar.

Doğru, fırça darbeleri yok. Zor bir erken Rönesans tekniğiyle çalışıyorum. Aynı resmin koyu bölgelerinde ise Barok dönemin Rembrandt ve Caravaggio tekniklerini kullanıyorum. Çizgiye olan aşkım, beni ışık ve gölgeden uzak tutuyor; çünkü gölgede kalan her şeyi görmek istiyorum. Bu yaklaşım, yağlı boyada oldukça zor olan, fırça darbesiz, çok ince fırçalarla çizilmiş bir dokunun oluşmasını sağlıyor.

Sergideki üç bölüm arasında bir tür zaman yolculuğu hissediliyor. Ziyaretçilerden bu yolculuğu nasıl yaşamalarını umut ediyorsunuz?

Serginin sonunda 3 bölüm ortaya çıktı: 

Kahramanlarımız yani İstanbul portreleri, kahramanlarımızın eşyaları ve o eşyaları yapan zanaatkârlar. 

Bu üç bölümü nasıl bir araya getirecektik? Ayıracak mıydık onları 3 bölüme? Bu soru bizim için bir problemdi.

Ama bütün bunlara hiç gerek kalmadı. İster inanın ister inanmayın, cevabı sergi mekânının kendisi verdi; Metro Han çözdü bunu. 

Merdivenlerden yukarı çıkıp kapıdan içeri girdiğinizde, soldaki uzun koridorda bir zaman yolculuğu başlıyor. O koridora açılan her oda, belleğimizde bir şeyleri harekete geçiriyor. Her biri ayrı bir hatırlatma… Hafızamız uyarılıyor, silinmekte olanlar geri dönüyor.

Sergideki “Ütopya” bölümü oldukça umut dolu. Bu geleceği nasıl hayal ettiniz? Bugünün Türkiye’siyle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Üçüncü bölüme “Ütopya” adını verdim. Çünkü buna öncelikle benim ihtiyacım vardı. 

Sonra fark ettim ki, aslında hepimizin buna ihtiyacı varmış. İklim krizi, bilimin değerini yitirmesi, neredeyse bütün dünyada reaksiyoner akımların iktidara gelişi… 

Bundan sonra ben de yalnızca bu ütopik dünyamı çizeceğim. Ve onu, hem memleketimin hem de dünyanın mümkün bir geleceği olarak göreceğim.

Sizin çalışma biçiminize kıyasla bugün çok farklı tekniklerle, bambaşka eserler üretiliyor ve bunlar modern sanat adı altında sunuluyor. Bu üretimleri kendi perspektifinizden nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sanat, her zaman bilim ve felsefeyle yan yana yürür. Bazen pozitif bilimle, bazen felsefeyle, bazen de politikalojiyle… Hiçbir hali bana yabancı değil.

Bugün sanatında biyolojiyi, kompüter bilimini, yapay zekâyı kullanan pek çok sanatçı var ve ben bu çalışmaları ilgiyle takip ediyorum. Benim için bir yapıtın ne anlattığı ve beni etkileyip etkilemediği önemlidir. Genç meslektaşlarımın benden çok farklı yöntemlerle, hatta çok kısa sürelerde, ortaya koydukları eserler beni gerçekten etkiliyor. Bu da beni çok mutlu ediyor.