Yasemin Yılmaz

Araba

Gökyüzü bu kadar parlakken ya sabah olmazsa diye korkuyor. Dirseklerini pencere pervazının soğuğuna dayamış. Gözlüksüz baktığında yarın kendisini almaya gelecek arabanın geçeceği yol kurşuni renk bir yılan gibi görünüyor gözüne. Baktıkça karın ağrısı artıyor. Yemekhanede puding çıktığı günlerde hissettiği ağrı gibi. Belki biraz sonra elleri de titreyecek. Nasıl da düşürmüştü tatlı kaşığını puding kâsesinin içine. Gülmüştü arkadaşları. Gülmüştü o da kendine. Kahkahalarla kaşıklamışlardı pudingleri. Şimdi ışığı açsa, hiçbirinin yüzünde o kahkahaları bulamayacak. Neden uykularında gülmez hiç buradaki çocuklar? Pencereye vurmuş gecenin ışığı. Pekâlâ bir veda yazısı yazabilir istese. Not kâğıdına yüzlerini buruşturarak bakar, yine mi bir şeyler okutacaksın bize derler, hem de giderayak. Şu odada yatan sekiz, yan odadaki dokuz, koridorun sonundaki on çocuğun her gün istediği, kayan yıldızdan, doğum günü mumundan, dört yapraklı yoncadan, gökkuşağının altındaki topraktan dilediği, yarın onun için gerçekleşecek. Hepsi o taşlı yoldan gelecek bir arabanın hayalini kurmaz mıydı? Sarı olsun beni almaya gelecek olan demişti bir keresinde. Her renkten araba gelecek, hepsi arabalara binecek, gittikleri yeni evlerinden ya da kavuştukları eski evlerinden birbirlerine mektup göndereceklerdi. Toplumsal nüfus kâğıdında ‘kimsesiz’ olarak adlandırılan çocukların hayalleri de ortaktı. Birinin gidecek, diğerlerinin kalacak olması kimin ihanetiydi peki?