Sabah uyandığımda annem barut fıçısı gibi patlamaya hazırdı. Her şeye söyleniyor, herkese kızıyordu. Ben de nasibimi aldım.
“Bu çekirdek kabuklarını ya hemen süpür ya da hepsini teker teker sana yediririm!”
“Rüzgârda uçmuş anne.”
“Sus! Bana cevap verme.”
Son zamanlarda benden nefret ettiğine dair güçlü sezilerim var. Üstelik sadece benden değil, evdeki herkesten. Dedem hariç.
Önce kükrüyor, haykırıyor, iki dakika sonra teninin tanıdık o huzur veren kokusunu duyacağım şekilde beni göğsüne bastırıyor. Saçlarımı okşuyor. O yavaş yavaş sakinleşirken ben de göz pınarlarıma baskı yapan yaşlardan paçamı kurtarıyorum. Babam, annemin işinin zor olduğundan, mümkün olduğunca ona destek çıkmamız gerektiğinden, kendine ayırdığı zamanın kısıtlandığından, benimle, bizimle ilgili bir sorun olmadığından bahsederek içimi rahatlatmaya çalışsa da, ikna olmuyorum.
Babam haklı. Dedem bizimle yaşamaya başladığından beri toplanacak daha çok yatak, yıkanacak daha fazla çamaşır oluyor. Hatta artık her gün çamaşır yıkanıyor. Annemi, dedemin yatağına beyaz bir örtü sererken gördüm. Onun yatağını yaparken akan gözyaşlarından ıslanmasın diye mi acaba? Annem çekirdek kabuklarını yere dökmeme kızdığı gibi dedem de annemin yatağına gözyaşlarını damlatmasına kızıyor belki. Arada anneme karşı resmileşiyor. Sanki elli beş yıllık kızı değil, kırk kat el.
***
Sokak kapısının sesiyle ablamla yataklarımızdan fırladık. Antreye çıktığımızda annem, babam, dedem, abim kapının önündeydiler. Annem “Baba, neden gecenin bir saati sokağa çıktın? Ya fırıncı seni tanıyıp getirmeseydi, ne yapardık?” diye hıçkırarak ağlıyordu.
Dedem suçlu bir çocuk gibi başını eğip mırıl mırıl, “Niye sinirleniyorsun anne? Okul gezisine gidecektik ya, yağmur başlamadan gideyim diye erkenden çıktım. Islanırsam kızarsın diye korktum.” diyordu.
Annem dedeme sarıldı, “Kızmadım.” dedi. Dedemin pijamasına bir damla gözyaşı düştü.