Küçük yaşlardan itibaren yazıyla kurduğum bağ düşüncelerimi ve hislerimi ifade etme konusunda bana büyük bir özgürlük sundu. Okuma yazmayı öğrendiğim andan itibaren aileme akrostişler yazmaya başladım. İlk şiirimi ilkokul 2. sınıfta doğum günü temasıyla yazdım ve öğretmenimin olumlu tepkisi beni yazmaya daha da teşvik etti.

Ilık ve yağmurlu bir eylül sabahıydı. Gece kızgın gökte yıldırımlar ve gürültülerden geriye, yaprakların üzerine narince konan damlalar kalmıştı; öfkesini kusan bir babanın mahcubiyetle gösterdiği şefkatine benziyor, sanki gönlü kırık, gece boyu ağlamaktan gözleri şişen bir çocuğun altın sarısı saçlarını okşuyordu. Yıldız, camdan süzülen damlaları izlerken hissettiği acıyı hafifletmek için derin derin nefesler alıp verdi.

Korkudan ne yapacağını bilemedi; bu an sahiden onun hayali miydi? Neydi ona bu hayalleri kurduran? Yankı fanuslarında prangalara mı vurmuştu kendini de hiç duyamıyordu ötekini? Peki ya el âlem, yüzlerce tonluk bir pres makinesi gibi mi çökmüştü gerçek hayallerin ve arzuların üzerine?

Düşünceler zihninde yankılanırken iyice artan ağrıları nefesinin önüne geçti. Hızlıca ve çaresizce birilerinden yardım istedi; hastaneye doğru yola çıktılar.

En güzel anlarda, yürürken belki sahilde, belki yemyeşil kırlarda, yeni kesilmiş çimen kokusunda, aileyle, dostlarla su gibi akan zaman; şimdi balçık misali bir türlü akmak bilmiyordu. On dakikalık yol saatlerceymiş gibi geliyor, Yıldız’ın canı canından ayrılacak gibi oluyordu.

Bitmez sanılan yollar bitti. İnandıklarını sorgulamadan yürüdüğü yolda gözünü, kulağını, sesini kaybetti. Durdu, düşündü. Duran saat çalıştı; çarklar bambaşka bir bilinçle dönmeye başladı.

Hastanenin kapısından içeri girdiler. Suyu gelmiş, doğum başlamıştı; apar topar doğumhaneye aldılar onu. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Acıdan bayılmak üzereydi ki bir ışık gördü Yıldız. Gözleri kamaştı… Bebek, çocuk bahçesinin yeni parıltısı, kucağına bırakıldı.