Başak İdil Özen

Müziğin Kadim Doğası Üzerine

idyll. ada insanı. piyano çalar, öğretir. müzik üzerine düşünür, yazar. başta sanat olmakla birlikte, insanın kendini ve yaşamı anlamlandırma serüveninin peşindeki tüm disiplinler ilgisini çeker.

Müzik, yaşam için çok şey söyler; eyleyen müziği müzik olarak görmeyi bıraktığında*/cevaplarla değil sorularla yaşadığında/yaşamı anlamlandırma çabasını diri tuttuğunda/müziğin salt notalar ya da sesler bütünü olmadığı, toplumsal konumlanışıyla onu açığa çıkaran kişinin düşünme ve yaşama biçimlerinde başlayıp sesler aracılığıyla her ortaya çıkışında başka bir oluşa dönüşerek geleceğe aktarılan eşsiz bir dil-mesaj olduğu farkındalığıyla.

Sözcüklerin düşüncede başlayıp yaşamın her alanında var olduğu o her biricik an’da; değişime gebe olsa da gizil-simgesel kadim bilgileri geleceğe aktarırken öznesine içkin olarak toplumsal gerçekliği taşıması ve yeniden üretmesine benzer bir doğası vardır müziğin.

Farklı toplumsal evrimler geçirmiş olmalarına rağmen antik atalarımızdan aktarılarak birçok dilde günümüze dek aynı kalan sözcükler; türümüzün kadim bilgilerini taşırken aynı zamanda anlamlarının, tükenişimize dek sürecek olan kültürel evrimimizdeki rollerinin simgeleridir.

Müziğin işlevsel kökenine inerken; antropolojik kazılarda ortaya çıkan on binlerce yıl öncesinin çalgılarının gündelik yaşamdaki işlevleri üzerine düşünülmekte ve homo sapiens sapiens öncesi atalarımızın mağara resimleriyle müzik arasında özdeşlik kurulabilmektedir. Müziğin doğası üzerine düşünürken ise; belki de evvela hemen hemen tüm dillerde müzik kelimesinin değişmeden kalmış olması üzerinde durulması gerekmektedir. Müzik salt varlığının ötesinde simgesel anlamlar taşımaktadır. Müzik kelimesinin ortaya çıkışını -günümüze ulaşmış kayıtlardan- Antik Yunan’da Hesiodos’un evrenin yaradılışı ve tanrısal varlıkların kökenine dair epik anlatımı olan Theogonía’da görmekteyiz. Mousikē (technē)(1)olarak müzik zanaatı; Zeus ve Mnemosyne’nin ilham perisi kızları Muse’lerin evrenin yaradılış sürecinde söylediği şarkılardır. Mit, müziğin varlığının/güzelliğinin evrenin yaradılışını mümkün kıldığını ifade etmektedir.

Etimolojik olarak düşündüğümüzde müzik sözcüğünün simgelerinden en belirgin olanlarını hemen fark edebiliriz; evrenin yaradılışıyla (varoluşumuza dair yapıların oluşumu ile olan) ilişkisi, dişil doğası, başlangıcın ilhamı oluşu…

Bebeğin anadan ayrı bir varlık olarak kendi bağımsız varoluşunu fark ettiği o ilk an’ın geri dönüşsüz hissiyatına benzer bir şekilde arkaik atalarımız ilahî oluştan ayrı bir varoluş olarak kendilerini görmeye başladıktan sonra, her yeni buluş ve düşünme biçimi zamanı/zaman algısını bir öncekine oranla kısaltmakta, evrim tekerleği zamanı bükerek ilerlemekteydi. Arkaik atalarımızdan antik atalarımıza dek müziğin ortak algısı, ilahî oluşuydu. Tanrısal ritüeller müzikle beraber var olmaktaydı; bedensel arınma/kendinden geçkinlik/aşkınlık/uhrevilik durumu. Müziğin gündelik kullanımında da mimesis ile doğa anayla olan ilişkide başka türlü bir dünyevi ilahîlik (çalgı/kabiliyet/anlatım) şekillenmekte, bebek mümkünsüz güzelliğin peşine düşerek her daim anasına biraz daha öykünmekteydi. Antik Mısır’da müzik salt ilahî olmayı sürdürmekteyken, Hesiodos’tan yaklaşık iki yüz yıl sonra Antik Yunan’da ilahîliğinin dışında bir boyut açılmaktaydı müzik için. Pisagor ile birlikte varoluşa dair sorular mitolojik tanrılarla değil tüm cevapların kendinde saklı olduğu evrenin somut gerçekliğinin gizil yasalarında aranmaya başlamaktaydı. Bu yasalar değişmezdi. Stephen Hawking’den yaklaşık 2500 yıl önce Pisagor; evrenin başlangıcının matematiksel bir açıklaması olduğunu, sayıların uyumu ve karmaşık birlikteliği ile her şeyin var olduğunu, dolayısıyla evreni anlama yolunun bu karmaşık matematiksel formüllerin çözümüne dayandığını düşünmekteydi. Bu yeni düşünce biçimi, mitolojik tanrılardan sonra yeni bir inanış biçimiydi, sayıların mükemmel uyumu; harmonia.(2) Pisagor evrenin ruhunun harmonia olduğunu, mikro ve makro düzeyde her şeyi kapsayan bu gizil ruhun matematiksel yasalarını anlamlandırmanın yolunun müziğin/seslerin yasalarını çözmekten geçtiğine inanmaktaydı.

Harmonia; uyum, uzlaşma, birliktelik, ahenk. (4)

Pisagor’un başlattığı harmonia kavrayışının modern dünyamızdaki yansıması olarak Hawking’e ulaşmamız ilginç değil, nitekim Pisagor batı düşün biçimlerinin/felsefesinin temelini kurmuştur.

Cosmos; Yıldızlı gök kubbe, mükemmel uyumun güzelliği ve düzeni. (3)

Antik Yunan’daki liberal sanatlar okulunun sayısal alanında bulunan (Quadrivium) Pisagor ekolünde kozmosun matematiksel ve geometrik uyumunun araştırılması üzerine olan eğitim içerisinde müzik; aritmetik, geometri ve astronomi ile birlikte ele alınan sayısal bir alandır. Müziğin salt ilahîlik anlayışından teorik olarak ele alınan, sesler arası ilişkilerin incelendiği ve mükemmel uyumu yakalamak üzere bir araya getirildiği akılcı bir alana dönüşmesindeki kırılma; evreni anlamlandırma ve yorumlama çabasının, müziğin, batı felsefesinin, bilimsel düşüncenin, teknik ilerlemenin en nihayetinde toplumsal yaşamın (her ne kadar uzunca bir ortaçağ süresince evrim tekerleği tekleyerek ilerlemiş olsa da) modernizme dek evrilişinin başlangıcı olmuştur.

Batıda, uzunca bir süre kilise hakimiyetinde ilerleyen/gelişen müzik düşüncesi, gittikçe yaşamdan uzaklaşmakta, zanaattan sanata/salt entelektüel bir ilgi ve dışavurum olmaya dönüştükçe ister dini ya da siyasi hegemonya içerisinde, ister romantizmin bohem yalnızlığında olsun arkaik atalarımızın tanrılarıyla kurduğu diyaloğun yolu olan müzik anlayışı ile antik dönemdeki kozmosun mükemmelliğine ulaşma yolunun parçası olan saflıktan gittikçe daha çok kopmaktaydı. Nihayetinde kavramlar hiyerarşik yapıların koşullandırmasıyla kanıksanmakta ve “evrensellik” kadim bilgilerle değil batı kültürü ve düşüncesinin silahıyla yerel halklara ve insanlığa giydirilmekteydi.

Öte yandan antik dönemlerden itibaren günümüze değin, egemen sınıfların tahakkümü ilerlemenin önce karşısında durmuş sonrasında da anlamını kendine mal ederek sisteme entegre etmiştir. Bir yandan sonsuz bir iyi-kötü savaşına sahne olmaktaydı kozmos. Evrim tekerleği teklese de asla durmuyor, düşünceler türümüz tükenmedikçe ölmüyor ve her yeni kuşakta bir öncekiyle diyalektiğe girerek tekerleği döndürüyordu.

Görsel sanatlar imgelerle, yazın alanı sözcüklerle işlerken, müziğin sistematik, matematiksel, sesin doğasındaki çokseslilikle oluşan muazzam dili sebebiyle müzik diğer sanatlardan ayrıksı olmuştur her daim. Entelektüel alanda icranın yanında teorisinin zor öğrenilen yapısı ile yazılı müzik öte yanda zanaat alanında yaşamın parçası oluşu (ritüeller: düğün, cenaze, tören). Entelektüel alanın atasını Pisagor öğretisi, zanaat alanının atasını ise arkaik atalarımızdaki ilahî kavrayış olarak görebiliriz. İki alanın yüzyıllar boyu gittikçe daha da çok birbirinden uzaklaşması ve sonunda birbirinden koparak birbirine ve kendine yabancılaşması, salt statüye/tüketime/yapay bir eğlenceye/katarsise dönüşmesi bakımından müzik yapısal olarak belki de siyasi düzenin karşılığının en belirgin şekilde görülebileceği üstyapılardan birine dönüşmüştür. Batı müziği/yazılı müzik hiyerarşiktir, sesler arasında da orkestra, icracılar, şef, solist, besteci arasında da hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşi dinleyiciye elitist, ayrıcalıklı ve kapalı bir ortamdan çıkarak devasa sahnelerden aktarılan/dayatılan bir üst anlatı şeklinde ulaştırılır. Dinleyici pasifize edilmiştir, müzisyen ve dinleyici için kurallar oldukça katıdır. İcracı virtüözitesine göre değerlendirilir, o da kendine yabancılaşmış adeta bir sirk cambazı pozisyonuna dönüşmüştür. Mükemmellik o kadar yapay bir hiyerarşinin ürünüdür ki besteci artık tanrı konumundadır.

Geçen yüzyılda müziğin yozlaşan özelliklerine, kurumlarına, geçmiş öznelerine başkaldırılmış, yeni düzen/yapı arayışındaki yeni insanın geçmişten koparak, arkaik ve antik atalarımızla yeniden barışarak, batı hiyerarşisini kırıp batı dışı kültürlerden kadim bilgi ve zanaatları devralma çabasıyla yeni müziğin peşine düşülmüştür. Baskıyla durdurulan müziğin evriminin tekerlekleri işlemeye başlamıştır.

Yeni müzik, yin ile yang misali müziğin sanat ve zanaat alanlarının birbirine içkin olduğunun farkında olarak üretmeliydi. Yazılı müzik doğaçlamayı, notasyon imgeleri (grafik notasyon) ve sözlü müzik şiiri kucakladı. Yedinci sanat doğmuştu. Hepsi devrimci bir potada birleşmekteydi. Avangard-deneysel müzikler, atonal müzik, minimalist müzik, caz, rock, özgür doğaçlama, rastlantısal müzik, elektronik müzik, film müzikleri ve kategorize etmeye gerek olmayan bir yığın yenilikçi müzik, müziğin performatif doğasını kullanarak hiyerarşiyi sorgulayan bir eylemlilik ile var olmaya çabalamış, sürece odaklanmış ve yeniden yolda olmaya başlamıştır.

Müzik sözcüğünün simgelerinden bahsetmiştim. Onlardan biri de hoşgörüdür. Yazılı müzik ile doğaçlamayı/eğitimli müzisyenlerle eğitimsiz “sıradan” insanları birleştirerek müziğin özüne ve politik toplumsal dönüşümün parçası olarak sosyalist eylemlilik hâline yönelen Cornelius Cardew; “Doğaçlama Etiğine Doğru”(5) kitapçığında hoşgörünün en geniş anlamıyla öz-disiplini ve doğaçlamayı bağdaştırarak; uyumsuz olana karşı içgüdüsel tiksintinin üstesinden gelmekten bahseder ve bu yolda sadece müzisyen arkadaşlarınızın zaaflarını değil, kendinizinkini de kabul etmelisiniz diye açıklar.

John Cage’in yaşam düsturu gibi: Müzik yaşamdan doğar.

Müziğin hiyerarşik yapısında zaafa ve hoşgörüye yer yoktur. Kusursuz bir görevler zinciriyle tek sese hizmet etmektedir her icracı. Ayrıca küreselleşme ile kendi kati entelektüel çoksesliliği uğruna kendinden olmayan/beyaz olmayan/eril olmayan/güçlü olmayan/otantik olan her müziğin ötekileştirildiği bir üst anlatı söz konusudur akademi ve salonlarda. Müziğin yaşamdan/doğasından kopuşunun en büyük göstergelerinden biri de devasa bir çoksesliliğin tek bir sese hizmet etmesidir herhalde. Günümüzde özgürlük algısını dahi pazarlayan kapitalist sistemin sanal anlatıları, hiyerarşik yapıların görünmez olarak devamlılığını sağlamaktadır. Yaşam mücadelesi içerisindeki emekçilere her gün kusursuzmuş gibi görünen sanal roller pazarlanırken, aynı zamanda kendi gerçekliklerine yabancılaştıkları sanal dünyalar aracılığıyla her gün yeni küçük bir başarı/tatmin/katarsis öyküsü yaratmaya zorlanmalarıyla krizlerini aşmaya yönelen bir vahşi sistem.

Hoşgörüsüzlük çağı. Gerçek-ötesi dediğimiz gibi müzik-ötesi toplum.

Düşündüğümüz gibi yaşar, yaşadığımız gibi düşünürüz. Yaşadığımızı duyar, duymak istemediğimizi düşünmeyiz. Birbirini tetikleyen düşün-yaşam ilişkisindeki kısır(mış gibi gösterilen)döngüyü kırmaya başlamak zorundayız.

Müzik sözcüğüne geri dönüyorum. Neredeyse tüm dillerde aynı kalan, insanlığa dair ortak-gizil-kadim bilginin taşıyıcısı olan sözcüğe. Şu an -ve siz bu yazıyı okurken- kendisi yok, sesler yok. Fakat var etmemiz gereken müziği duyabiliyorum, duyabilirsiniz; bize kadim bilgileri unutturan, benliğimizden uzaklaştıran ve sanal dünyaların robotlarına dönüştüren büyük ve tek sesin dışına çıkmış, onu dönüştürmeye çalışmış/çalışan sesleri…

İhtiyacımız olan güncel gerçekliğimizi kavrayan bir duyuş. Müzikal bir karşı eylemlilik hâli. Uyum, birliktelik, içtenlik, eşitlik, ahenk…

 

Görsel: Treatise, Cornelius Cardew, 1967, s.29.

* Dr. Suzuki: “Zen öğrenmeden önce insan insandır ve dağ dağdır. Zen öğrenirken şeyler karmakarışık bir hale gelir: Kişi neyin ne, hangisinin hangisi olduğunu tam olarak bilemez. Zen öğrendikten sonra, insan insandır ve dağ dağdır.” Konuşmadan sonra şu soru soruldu: “Dr. Suziki, Zen öğrenmeden önce insanın insan ve dağın dağ olması ile Zen öğrendikten sonra insanın insan ve dağın dağ olması arasındaki ayrım nedir?” Suziki yanıtladı: “Hiçbir fark yok, yalnızca ayaklarınız bir parça yerden kesilmiştir.” John Cage’in Julliard Konuşması’ndan. (Alışılmadık Sesler, syf.13, çev. Hira Doğrul)

 

(1) www.etymonline.com : music (n.) / Muse (n.)

(2) www.etymonline.com: harmony (n.)

(3) www.etymonline.com : cosmos (n.)

(4) dictionary.cambridge.org : harmony

(5) Cardew, “Treatise Handbook,” 113.