Niyeti bozmuş. Dövme yaptıracakmış. “Hangisi?” diye telefonunu elime tutuşturuyor.
“Müteahhitle anlaşmış bizimkiler.” diyorum görüntüleri kaydırırken.
Kelebekle lotus arasında kalmış. Atom çekirdeği de olabilirmiş ama “Şimdi değil,” diyor. “Belki bir dahakine.” Bir başladın mı arkası geliyormuş. Hem acısına da alışılıyormuş. Ben de yaptırsaymışım ya… Hiç olmazsa bir kerecik. Şu hayat ağacı, tam bana göreymiş.
“Bir an evvel başımı sokacak bir yer…”
“İsabet olmuş.” diyor. “Yağmurda çamurda yokuştan şikâyet etmiyor muydun? İyi tarafından bak. Şöyle şehir merkezine yakın, aydınlık bir daire… Fena mı? Tebdil-i mekânda ferahlık vardır hem.”
“Hadi hayırlısı.”
Yalnız hayırlısını istemek yetmezmiş. Hemen ardından “Kolaylıkla.” denmeliymiş. “Ama sen de haklısın.” diyor. “Bir çırpıda değişmek kolay değil.” O da eskiden benim gibiymiş. Hep zamansızlıktan yakınırmış. İş güç bahaneymiş, “Kendim için kılımı kıpırdatmazdım.” diyor. “Varsa yoksa el âlem. Şimdi? Adam sende.” diyerek savuruyor elini.
Bileğiyle dirseği arasında açık kahverengi doğum lekesi, tırtılın pupa evresini andırıyor. Gözüm lekede, “Kelebek.” diyorum. Çay fincanının kulbu elinden kurtuluyor. Ben mutfaktan faraşı alıp dönünceye kadar el çabukluğu marifet, toplayıvermiş kırıkları.
Bir ay sonra yeni evimde, “Nasıl, beğendin mi?” diye kelebeği gösteriyor. Leke kaybolmuş.
“Harika gerçekten.” diyorum.
“Ha unutmadan!” Cebinden bir paket çıkarıyor. “Ben gitmeden açma sakın!”
Onu uğurlar uğurlamaz ilk iş paketi açıyorum. Fincanım! Yeniden avuçlarımda… İşaret
parmağım, altın yaldızın zarifçe gizlediği çatlakların izini sürerek geldiği yoldan dönüyor. Bir daha… Bu kez gözlerim kapalı. Nihayet, daha becerikli parmağım.
Günler sonra, koltuğun altını paspaslarken gözüme ilişen kâğıtçığı buruşturup çöpe atacakken… Dur bakayım! Aaa! “Şans verirsen hayat, pupa yelken… Kırdığı yerden onarıyor.” Seni çılgın seni!