Güne kavuşmak için karanlığın içinde doğru anı bekliyordu. Heyecanın coşkusuyla sabırsızlanırken, korkudan da içi içini kemiriyordu. Evet, korkuyordu. Kimseye itiraf etmese de hayal kırıklığına uğramaktan, incinmekten ve hatta yok olma ihtimalinden korkuyordu. Öte yandan bunca zaman beklemesinin, olgunlaşmasının bir anlamı olmalıydı ve bu anlam ancak yeşile bürünmekle gerçekleşebilirdi. Kim ne derse desin, kendi varoluş amacını gerçekleştirmeliydi. Zihninde bu düşüncelerle uykuya daldı.
Rüyasında masmavi gezegene gözlerini açmıştı; çiçeklerle bezeli tarlalarda koşuşan çocukların sevincine ortak oluyordu. Ama rüyada sanki bir şeyler ters gitmeye başlamıştı; sahneler aynı olsa da rahatsız edici bir koku vardı, nefes almak zorlaşmıştı. Kabustan uyanır gibi gözlerini açtı. Koku hâlâ oradaydı. Uyanıp uyanamadığından emin olamadı. Etrafındakilerin sızlanmalarını duyunca kokunun gerçek olduğunu anladı. Söylentilere göre bu koku, “o mavi gezegen”in artık pek de mavi ve göz alıcı olmadığını doğruluyordu. Korkusu depreşti. O gezegene kavuşmasına sayılı günler kala böyle olumsuzlukların gerçekleşmesi onu daha çok endişelendiriyordu. Kendini motive etmeye çalıştı:
“Yapabilirsin. Ailen, arkadaşların yaptı, sen de başarabilirsin.”
Birkaç gün sonra malum an geldi. İçindeki coşku, artık kendisini yüzeye çıkaracak olgunluktaydı. Dönüşümünün her anını görmek, zihnine kazımak istiyordu. İşte başladı, karanlıktan aydınlığa ve yıldızların parıltısına kavuşmak üzere artık. Gözlerini araladığında, güneşin tatlı sıcaklığı karşıladı onu. Bir bebeğin dünyaya gelişi gibi gerçekleşmişti dönüşümü: bir karanlık vardı, bir de aydınlık. Geçiş sürecine dair hiçbir şey hatırlayamıyordu.
“Olsun,” dedi, “Artık göğe uzanacak, meyveler verecek ve çocukları sevindirebilecek bir filizim.”
Kokuyu duyumsayınca, yıldırım çarpmışa döndü, hayal dünyasından çıkıp etrafına bakındı. Evet, ışıkla buluşmuştu; ama kavurucu sıcak, narin bedenini yakıyordu. Toprak kupkuruydu. Belli ki dönüşümüyle sonuna kavuşmuştu.