1969 İstanbul doğumlu. Orta ve lise eğitimini Erenköy Kız Lisesi’nde tamamladıktan sonra, İTÜ Sakarya Meslek Yüksekokulu ve AÖ İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Yapı ve Kredi Bankası ile başlayan bankacılık hayatında yirmi yedi yıl boyunca çeşitli özel bankaların Genel Müdürlük - Kredi Kartları Operasyon Departmanları’nda yönetici olarak çalıştı. Şu an emekli. Pandemi döneminde iş kariyeriyle paralellik gösteren İnsan Kaynakları eğitimi aldı. Bir yıldır yaratıcı yazma atölyesinde çevrim içi ders alıyor. Şubat 2023’te İkinci Adam Yayınevi’nden çıkan, editörlüğünü Esen Deniz’in üstlendiği, “Yansımalar “ isimli kolektif öykü kitabında “Yolculuk” isimli öyküsü ile yer aldı. Okumayı ve yazmayı çok seviyor. Yazma yolculuğuna umutla devam edecek.

Ben yine aynı sabah yelinde, aynı sokaktan yürüyeceğim kolumun altına özenle yerleştirdiğim gazetemle. Kaldırıma gelişigüzel park edilmiş geçit vermeyen arabaya, sabahın sükûnetini bozan okul servislerinin gereksiz kornalarına, yavrularını koruma içgüdüsü ile aniden tepemde pike yapan kargaya söveceğim yine. Hiç kimsenin kesmeye elinin varmadığı ulu çınarın etrafından dolaşırken yine, aynı parke taşının altında pusuya yatmış çamurlu sudan sıçratacağım pantolonumun paçasına. Dükkânın içindekinden daha fazla masa sandalye konulmuş kaldırımda yorgun bedenime geçit ararken eşe dosta ilişecek gözüm yine. Sol paçamın önündeki çamurla adımlarımı yavaşlatırken hafifçe kaldırdığım şapkamla selam vereceğim elli küsur yıllık aşina yüzlere. Kimisi el sallayacak, kimisi ayağa kalkmakla kalkmamak arasında tereddüt edecek, kimisi de başını yana eğerek usulen karşılık verecek. Yine ilişmeyecekler bana, yine seslenmeyecekler ardımdan. Köprünün tam ortasında soluklanmak için yavaşlatacağım sol paçası çamurlu adımlarımı. Sırtımı olabildiğince dikleştirirken derin bir nefes alarak sol cebimden çıkardığım mendilimle yorgunluktan mı, şapkadan mı olduğunu bilemediğim alın terimi sileceğim. Balıklar, köprüden atılan sabah kahvaltılarını kapıp suyun yüzeyinde daireler oluşturarak dalacaklar yine derinlere. Kornalar ve “Önüne baksana be adam! Ne işin var sabah sabah? Otursana evinde!” gibi tezahüratlar eşliğinde geçeceğim karşıdan karşıya. Lodosun taşıdığı iyot kokusunun, asırlık akraba ilişkisi bulunan sakız ağaçlarının reçine kokusuna karıştığı sabahın o kendine has taze kokusunu kaçırmadığıma sevinerek onur konuğu gibi gireceğim parkın geniş kapısından yine. 

Her geçen gün daha da kalabalıklaşan ve kapılma ihtimali gittikçe artan aynı banka otururken yine, yer tutarmış gibi, “Yanıma gelecek var” mesajı verirmiş gibi, biraz öteme sereceğim kolumun altındaki gazeteyi. Keskin martı çığlıklarına karışacak bülbülün çilesi, güvercinin sevdası, benim hasretim. Koskoca parkta başka oturacak yer yokmuş gibi, çaprazımdaki banka bebek arabalı kadın gelecek yine. Keyifli gülümsemesine eşlik eden neşeli “Günaydınnn!” tınısını, başımı hafifçe eğerek geri püskürteceğim. İtinayla park ederken bebek arabasını, hem sesini hem bedenini tuhaf şekillere sokarak kendince oyalayacak bebeği. “Hanimiş kuşlar! Hanimiş oğlumun babaannesi!” Gazetemi siper edeceğim yüzüme, ölüm ilanlarından spor sayfasına geçtiğim esnada “Aaaa! Bak, bak, bak, kuş geçti! Hammm yap bakim! Hadi kuzum, hadi babaannesinin paşası!” yalvarmaları ile bebeğin kahvaltı ızdırabı başlayacak yine. Gitme vaktinin geldiğini haber verirken arsız güneş, sadece el değmemiş bulmaca ekini itinayla yerleştireceğim kolumun altına. Geldiğim yolun tam tersine yönelerek, papatyalardan taçlar ve bileklikler yapan çocukların, ellerinde kartondan kahve bardakları ile çimlerin üzerine yayılmış gençlerin, sabah koşusunu henüz bitirmiş, kızarmış, terli yüzlerin arasından yürüyerek günlük tavafımı tamamlayacağım yine. Deniz kenarına yakın bir yerde masa kapmış heyecanlı bir kadının, “Koşun, koşun, çabuk!” çağrısına davetsiz misafirler en önce iştirak etmiş, nasiplerini beklemeye başlamış olacaklar yine. Sırf köşe başındaki kuru yemişçinin kavurduğu buram buram dumanlı leblebi kokusunu almamak için bir alt sokaktan döneceğim eve. Kazıkçı mahalle manavından birkaç tane Çengelköy bademi, iki tane pembe domates, yanındaki fırından bir tane sıcak ekmek alacağım. Bana gelince dut yemiş bülbüle dönen geveze esnafa sadece “Hayırlı işler,” dilerken arkamı döner dönmez kaş göz işaretleri ile dedikodumu yaptıklarını bileceğim yine. 

Herkes, her şey, geveze esnaf, parktaki bebekli kadın, sırnaşık kediler, uyuşuk köpekler, sakız ağaçları, bozuk kaldırım taşı, asabi karga, gürültücü servis araçlarına camdan karşılık veren çığırtkan anneler, hem renkleri hem kokuları ile insanı içine çeken tezgâhındaki bütün çiçeklere isim takan köşebaşındaki çingene kadın, hepsi yine aynı kısır döngünün, aynı ezberin içinde başlayacaklar yeni güne. Bir tek ben hariç. Onlar bilmeyecek, bildirmeyeceğim bendeki değişimi, eksikliği, yavaş yavaş eriyişimi, gücümün tükenişini. 

Ben yine anahtarımla kapıyı açmaya çabalarken sen, bilerek basmadığım zil için “Elim bulaşıktaydı, Cavit Bey. Duymadım zili. Hoş geldin,” diyemeyecek, elimdeki poşetleri telaşla alamayacaksın.

Ben yine, gazetenin bulmaca ekini yakın gözlüğünün yanına bırakacağım ama sen yine çözemeyeceksin.

Ben yine mor, pembe, beyaz çiçekli onlarca menekşeye olan sevgini, ilgini kıskanacağım ama sen onlarla “Bugün nasıllarmış, benim güzel kızlarım?” diye konuşamayacaksın. 

Ben yine kırmızı beyazlı cam güzellerinin dizili olduğu camın önündeki yeşil kadife koltukta gözümde gözlüklerim, göğsümde gazetem, şekerleme yapıyor olacağım, sen yine kırmızı kareli diz battaniyesini üzerime örtüp gözlüğümü usulca alamayacaksın.

Ben yine senden önce saatli maarif takviminin yaprağını koparacağım, sen yine bana dudağını büküp “Günün menüsü neymiş? Onu da oku bari,” diyemeyeceksin.

Ben yine gizli gizli çorbama tuzu boca edeceğim, sen yine “Ah, Cavit Bey, ah!” diye söylenerek fırlayan tansiyonumu düşürmek için panik olamayacaksın. 

Ben yine aradan geçen onca zamana karşı, ara sıra da olsa kanayan, kabuk bağlamış çocukluk yaralarımı senin tedavi etmen, sonsuz sabır ve şefkatinle bana sevildiğimi hissettirmen, sayende tanıştığım sevginde kendimce şımarmak isteyeceğim ama artık karşılık bulamayacağım.

Gittiğinden beri üzerine kavanoz kapatılmış bir böcek, bir arı, bir sinek gibi hissettiğimi hissettirmeyeceğim ne çocuklara, ne torunlara ne konu komşuya ne eşe dosta. Varsın arkamdan dedikodumu yapsınlar, “Can çıkar huy çıkmaz,” desinler, “ihtiyar bunak,” desinler, ne derlerse desinler. Varsın gelmemek için bin bir bahane uydursun torunlar, gelinler fiskos yaparken damatlar miras hakkı araştırsınlar. Havasızlıktan yavaş yavaş boğulduğumu, çırpındıkça nefesimin tükendiğini, bu sefer daha da öfkelendiğimi, öfkelendikçe paniklediğimi göstermeyeceğim kimseye. Çok öfkeliyim sana, çok. Hani anlaşmıştık?!? Hani benden önce göçüp gitmek yoktu bu dünyadan!?! Hani “Tamam,” demiştin!?! Bilirim ben seni: Her dediğime “Tamam,” der, yine de bildiğini okurdun. Aslında iyi de ederdin, biliyor musun? Ama bu sefer iyi etmedin be Nezahat, hem de hiç iyi etmedin. “Bana kimse bakmaz. Sen gider de ben kalırsam köpekler güler hâlime,” dememiş miydim ? Gidişinle dünyamın rengini de, kokusunu da aldın götürdün be Nezahat. Sabahları bol köpüklü taze kahve kokusu yerine denizin tuzlu kokusunu, ağaçların reçinesini çekiyorum içime. Ağzımız tatlansın diye beş çaylarımızın yanında kuru üzümlü leblebi yiyemediğimiz için yolumu değiştiriyorum, sırf kavrulmuş leblebi kokusunu solumamak için. Yemek masamızdan eksik olmayan, daha uzun yaşasın diye suyuna aspirin attığın güllerden alamadığım için selam bile vermiyorum çiçekçi kadına. Benim dünyamın kokusu da, rengi de, neşesi de sendin. Beni yavan, ruhsuz bir hayatın içinde bıraktın gittin. Oysa nasıl da değiştim, gidişin nasıl da değiştirdi beni. “Canımdan önce huyum çıktı,” desem yeridir. “Boşuna,” diyorsundur sen şimdi, “Boşuna bütün bu iç döküşler, kendini suçlamalar. Giden gitti, geçmiş olsun,” diyorsundur. Bilirim ben seni, bilirim. O hiç karşılık vermez ağzından, dilinden dökülmeyenleri okurdum ben gözlerinden, yüz ifadenden. “Bilirdin de ne demeye eziyet ederdin?” diyorsundur sen şimdi. Bilmem, ben de bilmiyorum. Neden? “Erkek dediğin böyle olur; ata dediğin yüz vermez; baba dediğin şımartmaz, sevdiğini belli etmez.” Böyle büyüdük, böyle aşılandık, böyle filizlendik biz. Ben babamın bana güldüğünü hatırlamazken, kendi çocuklarıma sevgimi gösterememişken torunlarımı nasıl kucaklayacaktım? Babamın anneme bir kez olsun “karıcığım” ya da “hayatım” dediğini duymamışken, aşkınla yanıp kavrulsam da sana şimdikiler gibi ulu orta iki lafın birinde “aşkım” diyebilir miydim ? Diyemezdim. Bilemezdim ki, diyeyim. Ama sen bilirdin. Sen bilirdin ya, o yeterdi bana. “E, bu saatten sonra da koskoca zahireci Cavit Uncuoğulları nasıl değişsin, varlığında bilemediği kıymeti yokluğunda anladı, oh oldu, bak nasıl süngüsü düştü, eğildi, büküldü,” dedirtir miyim? Dedirtmeeemm… Kimse demesin, kimse bilmesin ama sen bil, yeter. Sen bil ki, her mevsime, her yağmur damlasına, her güneş ışığına, her kahve kokusuna, her yemeğin tadına, her şarkının ezgisine, her ıhlamur ağacına, her sokak taşına, her sokak kedisine seni sorarım. Senden bir iz, senden bir işaret arar dururum. Vakti zamanında bildiğim ama gösteremediğim kıymeti, tutunduğum huzuru ararım. Ben kaybedince farkına vardığım, seninle hayat bulan kendimi ararım. Kimse bilmesin ama sen bil, yeter.