Gökyüzünde parlak güneş. Bulutlar hışmından çekinip gözden kaybolmuş. Kuşlar, yakıcı sıcaktan kaçmak için gölgelik ağaç dallarına tünemiş. Kediler, bir yudum serinlik arayışıyla apartman diplerine serilmiş. Köpekler, dilleri bir karış dışarda, zorla nefes alıp veriyor.
Mahallenin manavı geçen sene, sıcaktan hoşafa dönen, buruşan meyve ve sebzeyi korumak için tezgâhın üzerine soğuk su püskürten bir mekanizma kurdu. Mahalle sakinleri de önünden geçerken nasipleniyor. Zorunlu olarak dışarı çıkanların haricinde kimseler ortada görünmüyor.
Mahallenin haşarı çocuğu Akın, oturdukları apartmanın bahçesinde pür telaş koşturuyor. Bir şeylerin peşinde yine, belli. Elindeki torba ile bahçenin kurumuş çimlerine yayılıyor. Torbadan çıkaracağı bir top kek ve meyve suyu arıyor gözlerin. Nafile.
Elini torbaya daldırıyor. Bir tutam kâğıt çıkarıyor. Üzerinde minik, kahverengi balmumu gibi toplar sıra sıra dizilmiş. Ardından uzun iki sicim çıkarıyor. Etrafı kolaçan ediyor. Kalkıp az ilerdeki ıhlamurun alçak, kalınca dallarından birine asılıyor. Sallanıyor. Ihlamurdan bir inilti kopuyor. Dal kırılıyor.
Akın, elinde dal, koşa koşa oturduğu yere dönüyor. Dalın kalın kısmıyla toprağı eşeliyor. Kâğıt tomarını alıp toprağın altına uzun bir hat boyunda yerleştiriyor. İki uçtan kalın sicimle bağlıyor. Yağlı sicim güneşte parlıyor. Üzerini kuru otla örtüyor. Cebinden kibrit kutusu çıkartırken, aynı apartmanda oturan Bilhan bahçe kapısından içeri giriyor.
“Napıyorsun Akın?”
Akın, yüzünde muzır bir sırıtışla:
“Şimdi görürsün!”
Kibritle yağlı sicimleri yakıyor. Alevli sicimler, çatapatlı kâğıtlara koşuyor. Ardı ardına yıldızlı patlamalar sürerken Bilhan, korkuyla ıhlamurun ardına saklanıyor. Akın, yerde tepinerek gülüyor. Bilhan, tutuşan çimlere endişeyle bakıyor. Minik sürüngenler, çekirgeler kaçışıyor.
Aniden, nereden geldiği bilinmedik bir yıldırım Akın’ın ayakları dibine düşüyor. O günden sonra Akın hiç konuşmuyor…