1979’da yayımlanan Asılacak Kadın, Margaret Atwood’un 1996 tarihli Nam-ı Diğer Grace kitabıyla benzerlikler taşır. Her iki roman da gerçek bir olaydan yola çıkar ve her ikisinde de evin beyinin hizmetçisi ve âşığı tarafından öldürülmesi anlatılır. Atwood cinayeti ve mahkeme sürecini bir gizem perdesi ardında sunarken, Asılacak Kadın’da her şey başından beri açıktır.
Romanın aristokrat figürü Hüsrev Bey de Paris’ten gelmiştir. Annesinin bakıcısı, çocuk yaştaki Melek’i annesinin ölümünden sonra cinsel fantezilerinin nesnesine dönüştürür. Kahveden bulup getirdiği erkeklerle seviştirdiği Melek’e Fransızca cümleler söyletir. Fransız fahişelerinden öğrendiği baştan çıkarıcı sözcükler, Hüsrev Bey’i iktidarsız günlerinde bile harekete geçirir. Melek hiç bilmediği bir dili taklit etmeye çalışırken hep en son duyduğu kelimeyi tekrar eder. Öylesine dilsizdir ki, kendisine söylenenleri yalnızca yinelemekle yetinir; tıpkı Narkissos’a âşık olan Eko gibi.
Melek’in “kurtarıcısı”, evin kâhyasının ve bahçıvanının oğulları Yalçın olur. Galatasaray’da yatılı okuyan Yalçın önceleri kendini çevresine yalının oğlu olarak tanıtmış, fakat solcu olduktan sonra kendi sınıfıyla barışmıştır.
Paris, Asılacak Kadın’da özgürlükçü bir mekân olarak değil, kadın bedenini sömürgeleştiren efendinin mekânı olarak çıkar karşımıza. Yalçın, efendisinin dilini bilir, onun kültürel sermayesine ortaktır. Paris’te eğitim görmese de gençlik kamplarına gitmiş, Osmanlı konaklarının ve yalılarının sınıfsal alametifarikası olan Fransızcayı okul sıralarında öğrenmiştir. Melek için ise Fransızca taşralılığın, yoksulluğun, cahilliğin üzerine bir de dilsizliği ekler. Efendinin kodlarını çözmek, onu anlamak Melek için imkânsızdır. Bu yüzden kurtarıcısını da anlayamaz; Yalçın’ın sözleri bile, tıpkı Hüsrev Bey’in fısıldadığı Fransızca emirler gibi yabancı ve buyurgandır. Hüsrev Bey, diliyle bedeni, sözcükleriyle arzuyu sömürgeleştirir; Fransızca, şiddetin ve iktidarın ipeksi maskesidir.
Romanın gotik dokusu aristokrat malikânelerinde geçen çürümüş hikâyeleri çağrıştırır; semboller bu çürümeyi açıkça ilan eder. Edgar Allan Poe’nun Usher Evinin Çöküşü’nde olduğu gibi, burada da mekân içindekilerle birlikte çürür. Hüsrev Bey’in annesinin ölümünden sonra, bahçıvan sanki evin içindeki karanlığı protesto edercesine bahçeye küser. Yabani otların sardığı, yavaş yavaş tekinsizleşen bahçe, içerideki yozlaşmanın dışarıya sızan yankısıdır. Yalı, içinde yaşayanların ahlaki çürümesini görünür kılan bir kabuğa dönüşür; her taşında bastırılmış çığlıkların, her köşesinde gizlenmiş suçların izi vardır. Evin sessizce yıkılışa sürüklenişi, Melek’in ruhundan çok önce bedeniyle başlayan yıkılışın mekânsal bir yansıması gibidir.
Yalçın yıllar sonra Melek’i, tarih kitaplarından bildiği ve “bahçenin gizemini daha da çoğaltan”, bembeyaz elbisesiyle görür. Gencecik kız, çürümüş ve yozlaşmış bir düzenin kefenine bürünmüş gibidir. Eski ölmemekte direnir; pençesine aldığı her şeyi kendine çeker. Bahçe, Melek’in giysileri, o kocaman yalı… Her şey gerçeküstüdür, gerçekliğin sınırları bulanıklaşmıştır. Biraz sonra tıpkı Usher Evi gibi, kendi görüntüsü üzerine kapanıp yok olacakmış hissi verir. Yalçın bütün bu çürümüşlüğün ve dehşet verici sürekliliğin karşısında şaşkındır; Hüsrev Bey’in ve onunla özdeşleşmiş yalının nasıl olup da iktidarını hâlâ sürdürebildiğini aklı almaz:
“Moruğun ne denli zayıf nahif olduğunu ardından merdivenleri çıkarken bir kez daha ama bu kez çok yakından, ayrımsadım. Üflesen düşecek, bir iki fiske vursan cam gibi kırılacaktı sanki. Görünüşte böylesine güçsüz birinin –yalnızca görünüşte mi? Gerçekten güçsüzdü gövdesi, kimbilir aklı da– Recep’in anlattığı, tüm mahallenin bildiği, biraz sonra benim de tanık olacağım zorbalığı sürdürebilmesi nasıl da akıldışıydı. Her türlü nesnel ölçüye ters düşen, meydan okuyan bir güçsüzlük – ya da daha doğrusu, bir gizli güç… Tıpkı her yanı çürümüş olan bu yalının ayakta kalabilmesi gibi. Kemikleri camlaşmış, beyni sulanmış, etleri erimiş bir ihtiyarın hâlâ istediği ölçüde egemen olması… Koca bir mahalleyi susta durdurması… Bir sıkımlık canı vardı kendimi bildiğimden beri; ama o bir sıkımlık can bir türlü çıkmıyordu işte. Öğrendiğim tüm bilimsel gerçeklere aykırı bir direnç. Ya da değil… İhtiyara direnme gücünü veren, güçsüzlüğünün zorbalığa dönüşmesine yardımcı olan bir şey vardı elbet. Yüzyıllar… Yüzyılların birikimi. Çevredekilere o çürümüş, tüm güzelliğini, işlevini yitirmiş yalının yakılamayacağını sandıran; moruğun zorbalığını olağan saydıran birikim…[16]”
Usher Evi’nin dıştan görünüşü, akıl sağlıklarını çoktan yitirmiş sahiplerinin zihnini yansıtır: Delice bakan gözlere benzeyen pencereler, taşların arasındaki kocaman yarıklar ve malikâneyi çevreleyen tekinsiz arazi… Tıpkı Hüsrev Bey’in yalısı gibi. Yalı bahçesi yıllar içinde gizemli bir bakımsızlıktan uğursuz bir tekinsizliğe evrilmiştir. Ev son sahibinin bedeniyle birlikte yavaş yavaş çürüyüp erimektedir. Yalçın’ın öğrendiği “bilimsel gerçek”, yalının içindekilerle birlikte er ya da geç yıkılacağını söyler ama ne kahvedeki erkekler ne de Melek bu gerçeği bilmektedir. Belki de yapıyı ayakta tutan da budur.
Yalının sırrını öğrendikten sonra Yalçın bir gece kendi gözleriyle görmek ister. Kahveye gider, Hüsrev’in peşine takılır. O geceden sonra Melek’i “kurtarma” fikri zihnine saplanır. Bardaktan boşanırcasına yağmurun yağdığı, şimşeklerin pörsümüş yalı gövdesini aydınlattığı bir akşam Hüsrev’i öldürür. Melek korkudan hastalanır, günlerce sayıklar. İkisi de tutuklanır. Ama romanın adından da anlaşılacağı gibi, darağacına giden yalnızca “kadın”dır.
Asılacak Kadın’ın üç anlatıcısından biri ve ilki yargıç Faik’tir. Kadın düşmanı Faik, Melek’e nefretle bakar; Melek’te kendisini aldatan karısını görür. Kadın düşmanıdır. Devleti temsil eder. Melek ise mutlak bir suskunluğa bürünmüştür. Efendisine, nikâhlı kocasına isyanın nasıl mümkün olduğunu kavrayamamakta, onu öldürdüğünü düşünen insanlara dehşetle bakmaktadır.
Yalçın, Melek’i kendine saklamak için değil, özgürlüğüne kavuşturmak için öldürmüştür Hüsrev’i. Ama Melek özgürlüğüne kavuşamaz; hâkim kalemi çoktan kırmıştır. Yalçın hücresinde düşünürken anlar Melek’in neden sustuğunu, kurtarıcına neden yüz çevirdiğini:
“Hiç düşünmeyen, düşünme gereksinmesini duymayan hatta. Yalnızca yaşayan, acıya yargılı olduğunu kimbilir ne zaman benimsemiş olan… Nedense beni gereksediğini sandığım. Benim tarafımdan kurtarılmayı beklediğini… Oysa ne kurtulmayı, ne de duruşmada dedikleri gibi kurtulmak için beni kullanmayı akıl edebilirdi Melek. Şimdi anlar gibiyim bunu. Öldürmeyi, öldürtmeyi düşünemezdi. Çünkü düşünmezdi. Çünkü baskıya karşı çıkmamak üzere yetiştirilmişti. Bilmiyordu başkaldırabileceğini; baskıyı, zorbalığı yaşamın doğal bir öğesi bellemişti. Bu baskıyı erkeklerin kurması, her bakımdan kurması da doğaldı onun için. Çünkü güçlü olan onlardı: hep başta olan, her şeye egemen olan. Ben de onlardan biriydim. Daha genç, daha beceriksiz belki. Ama erkek. Nasıl güvenebilirdi bana? Üstelik benimle olan ilişkisi ötekilerle olandan ayrı değildi ki. Bahçede yıllarca önce oynadığımız o bir tek koşmaca oyunu dışında ne farkım vardı başka erkeklerden? Zorla, zorbalıkla kurulan, kendisinin hiç katılmadığı cinsel bir ilişkinin üstte olan kişisi. Bütün bunları anlamadım zamanında. Tam tersini anladım hatta.[17]”
Kür ne Seyda’nın Selim tarafından ne de Melek’in Yalçın tarafından kurtarılmasına izin verir. Yalçın hücresinde kendi kendine sorar: “Bütün olanlardan sonra hiç değilse öğrenebildim mi onun kim olduğunu? Yoksa hâlâ tam olarak bilmiyor muyum?” Pınar Kür kadınların kurtuluşunu erkeklerin ellerine teslim etmeyen bir anlatı kurarken, bu soruyu da usulca sosyalist harekete bırakır: Kadınların sesi duyuldu mu gerçekten, yoksa hâlâ erkeklerin açıklamalarına mı ihtiyaç duyuluyor?
https://x.com/kitapkritik24/status/1953495170038575328?t=ZxJ4Ap7nmtxwBLA500CeeQ&s=08