1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

“Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var, binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu, karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmasın! Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören. Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama, sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Hıh, sen, büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey! Sen mi büyüksün? Hayır, ben büyüğüm! Ben, Yaşar Usta! Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun? Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime! Eğer onların kılına zarar gelirse, ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemiş olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun, vururum ve dönüp arkama bakmam bile!”

Sinema tarihimizde yoksul ancak onurlu bir adamın, zengin ve onur yoksunu bir adama söylediği en kült replik* budur sanırım. Bir tebligatla evinden olup sokağa atılan ve ailesinden başka kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan Yaşar Usta’nın, acımasız fabrikatör Saim Bey’e verdiği okkalı hayat dersi…

Hafta sonu gazetelerde gözüme çarpan, İstanbul’daki kiralık ev sorunuyla ilgili haberler; “dev bir güç” tarafından yuvası elinden alınan Yaşar Usta’yı hatırlatıyor bana nedense. Dört kuşaktır Suadiyeli olduğunu ancak Suadiye’de yaşamasının bundan böyle pek mümkün olmadığını, bunun da onuruna dokunduğunu söylemiş İstanbullu bir bey, ne acı… İstanbul’un nezih semtlerinde çocukluklarından beri yaşayanlar, kiracı olmanın bedelini şehrin tarihinde hiç görülmediği kadar ağır ödüyorlar şu ara çünkü makul kiralar karşılığında oturdukları evler, kentsel dönüşüm sebebiyle ya yıkılacak yakında ya da ceplerine daha çok paranın girmesini isteyen kitapsız ev sahipleri sözleşmelerini yenilemeyecek. Başka bir ev kiralamak, bir başka kitapsız ev sahibiyle savaşmak ve dört beş kat daha fazla kira ödemek anlamına geldiği için binlerce İstanbullu umudunu kaybetmiş durumda artık. Çoğu depresyona girmiş ve yıllardır yaşamakta olduğu semti, hatta şehri terk etmeye hazırlanıyor çünkü nispeten ucuz ancak “mülteci istilası” yüzünden güvenli bulmadıkları bir başka semtte yaşamaktansa, tası tarağı toplayıp İstanbul’a veda etmek daha mantıklı geliyor bu insanlara. Ancak ne olursa olsun, kiralar ne kadar yükselirse yükselsin, bu şehirden kopmak istemeyenler de var tabii ve onlar farklı çözümler bulmuşlar kendilerine: Bu çözümlerden biri, “ev birleştirme” yöntemi. Çocuksuz iki veya üç çift, tek bir daire kiralayıp kira ve faturaları bölüşüyor. Eve en az dört maaş girdiğinden, giderler azaltılmış oluyor. Bekâr olup kiralık eve parası yetmeyenlerin son çaresi ise kiralık odalar. İçinde sadece bir yatak, bir komodin, bir dolap bulunan, yaklaşık olarak on beş metrekarelik bir odanın kirası ile faturalardan kendilerine düşen payı ödemeye yetiyor maaşları çünkü daha fazlasını değil. Bu evlerde banyo ve mutfak, hatta buzdolabı bile ortak kullanılıyor. Her rafı ayrı bir oda kiracısı tarafından kullanılan bu buzdolaplarının neredeyse boş olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

İşkence ile bütünleşmiş 12 Eylül döneminin, kulaklarda yer etmiş sloganıdır “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!” Bu cümlenin doğruluğuna yürekten inanmasalardı, eskilerin tabiriyle “izzetinefis” gibi bir ziynete sahip olmasalardı; onca evlat, onca ana, onca baba, onca kardaş, onca yavuklu zulme gark olmuş o yıllara nasıl dayanabilirdi? Sömürenin elindeki en büyük silah olan işkenceye karşı, sömürülenin onur ve direnci olmasaydı, bildiğimiz tüm kahramanlar zulüm görenler arasından değil, zulmedenler arasından çıkardı ama esas üstünlük, gerçek güç Yaşar Usta gibilerden, hak ve onurunu kaybetmemek için haksızlık karşısında susmayanlardan çıktı hep.

Ev sahiplerinin tapulara sahip olmadığı, tapuların ev sahiplerine sahip olduğu ve tamahın cirit attığı bu acımasız şehirdeki en büyük sorunlardan biri şu an kaleme alınıyorsa eğer; çatır çatır yenilen kul hakkı karşısında susmak istemeyenlerin, adaletsizlik karşısında susmayı sevmeyenlerin hâlâ var olmasındandır.

 

“YIKAMAYACAKSINIZ! DAĞITAMAYACAKSINIZ! BİZ BİR AİLEYİZ. BİZ GÜZEL BİR AİLEYİZ.”

 

*Bizim Aile (1975) Yönetmen: Ergin Orbey