Zihnimizin üst katında sürekli çalışan bir matkap varmışçasına, nicedir kesintisiz bir matkap sesi eşliğinde yaşıyoruz. Üstelik bu ses, durmak bilmeyen tiz çığlıklarıyla, her an her şeyin olabileceğini bize kanıtlamaya, hatta dayatmaya devam ediyor. Dünyanın içinden geçtiği bu hezeyanlı süreçte, bu “yerli” sese alışarak yaşamak bir seçenek olarak görülebilir.
Ya da tüm kâbuslarımız da dâhil olmak üzere, bu nahoş sesi bir şekilde susturmanın yollarını aramalıyız. Bu ses, kendince ustalıklı bir biçimde bazı işleri doğru yaptığını iddia etse de, aslında beyhude dolapların, duvarların ve hatta hayali engellerin delinmesiyle zihnimizi allak bullak ediyor. Biz ise bir yandan bu ses eşliğinde hayatımıza devam etmeye çalışıyor, diğer yandan da gelecek günlerin beynimizi bu matkap gibi oymayacağına dair inatçı bir umutla direniyoruz.
Böyle bir süreçten geçerken, “kayyum üstüne kayyum” atamalarının yapıldığı ve kendi aramızda “Acaba şunu söylesem kayyum atanır mı?” diye ciddi ciddi şakalaştığımız bir dönemdeyiz. Zira olsa olsa bu, nahoş, traji-şakadan ibaret bir süreçtir –şimdi değil, yıllar sonra kahkahalarla gülebileceğimiz…
Miting
İşte bu kayyumsuz, matkapsız, gürültüsüz günlere duyulan özlemle, 10 Eylül’de Kadıköy’deki mitinge gidiyorum. İçimde tarifsiz bir hüzün ve sıkıntı var. Fakat bu his, yavaş yavaş, eski bir alışkanlığım olan bir yel değirmenine dönüşmek üzere! Orada olmanın, sesimi insanların sesine katmanın önemi hüznümü biraz dağıtıyor.
Yeldeğirmeni yokuşuna çıktığımda, gecenin yavaş yavaş kıyıya yanaştığı hissi ve o bildik kıyıya, iskeleye, iskelenin narin dalgalarına uzanan yola varma duygusu, zihnimde sürekli yankılanan matkap sesinden beni uzaklaştırıyor. Rıhtım Caddesi’ne vardığımda ise, oradaki coşkulu kalabalığa katılarak miting alanına doğru ilerliyorum.
Bu, televizyonda sayısız kez izleyip neredeyse ezberlediğim miting adımlarını otomatik olarak tekrarlama çabası değil. Aksine, miting alanındaki insanları görmenin, onların beklentilerini anlama ve anlamlandırma duygusunun yoğurduğu bir his. Tam da bu hisle alana girdiğimde, tepedeki flamalarla çevrili o tanıdık meydanın bize bambaşka bir şey fısıldadığını fark etmem tesadüf değil!
İnsanlar, zihinlerindeki o matkap sesine rağmen hâlâ umutlu, hâlâ bekleyiş içinde ve en önemlisi, hâlâ güçlüler. Hatta onları “çok daha güçlenmiş” olarak tanımlamak daha yerinde olur. Peki, bu güçlenmiş insanların arasında kimler var? Bastonlarıyla oraya gelmiş yaşlılar… Çoğunluğu kadın olan, saçlarında ak dışında renk kalmamış, buna rağmen bastonuna veya yanındakine yaslanarak oraya ulaşmış o zinde ruhlu yaşlı kadınlar. “Neler gördük, neler geçirdik; bugün buradayız ve yarın bu ülkenin yeniden inşasında yine üzerimize düşeni yapacağız” diyen kadınlar.
Onların yanı sıra genç kadınlar ve gençler var meydanda… “Genç kadınlar” derken, yaş skalası olmayan, yirmiden seksenine uzanan geniş bir yelpazede, o büyük umut şemsiyesinin altında toplanmış, her gruptan kadını kastediyorum. Hepsi dimdik. Sigaralarını tüttürürken dahi, bu ülke için temelde ne istediklerini öylesine samimi bir dille ifade ediyorlar ki… Evet, hak, hukuk, adalet… Ama ondan öte bir şey daha talep ediyorlar: Özgürlük.
Bu özgürlük talebinin temelinde yatan ise, artık kim olurlarsa olsunlar “kendileri olarak” yaşayabilme arzusu; bir birey olarak kabul görme tutkusu çok egemen. Ben o kalabalıkta tam olarak bunu gördüm. Gençlerin tutkulu duruşu ve bu duruşun ardındaki “geleceğin en büyük vaadi biziz” bilinci ise ayrıca dikkat çekiciydi.
Otobüsün üzerinde, meydandaki grupla bütünleşen liderlere gelirsek; onlar, aylardır verdikleri yakın markaj mücadeleyle çok önemli ve kıymetli bir noktada duruyorlar. Ancak onları da besleyen asıl yol gösterici, 10 Eylül’de Kadıköy’de bizzat şahit olduğum gibi, halkın ta kendisidir.
Helal olsun.