1972, Zonguldak doğumlu. Yazar ve çevirmen. Kadıköy Anadolu Lisesi’nden ve Marmara Üniversitesi İngilizce İşletme bölümünden mezun oldu.
“Kapalıçarşı” adlı romanı 2016 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Ödülü'nü, “Ara Nağme” öykü kitabı 2014 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü, “Haydar Paşa'nın Evi” çocuk kitabı 2013 Ankara Mimarlar Odası Ödülü’nü, “Finnegans Wake” çevirisi 2017 Talât Sait Halman Çeviri Ödülü ile Dünya Gazetesi Çeviri Ödülü'nü kazanmıştır. Ayrıca “Aynalı” ve “Anarşık” romanlarının, “Hişt! Hişt!” ve “Hayal Kurmak Bedava” çocuk kitaplarının yazarı; James Joyce'un tüm eserlerinin ve Italo Svevo, Luigi Pirandello, Henry James, Oscar Wilde, Paul Beatty gibi yazarların eserlerinin de çevirmenidir. Eserleri Sırpça, Arapça, Hırvatça, İngilizce, Arnavutça, Urduca, İtalyanca ve Gürcüce gibi birçok dile çevrilmiştir.

 Edebiyatta Mekân – 1

Edebiyatın temel işlevi okurda, hem topluma hem bireye yönelik sorgu alanı yaratmasıdır. Bu işlevden uzak metinlerde mekân daha ziyade, olayın gerçekleştiği, alelade alan duygusu verir. Vasat edebiyata bu kadarı yeter. Metne ve karaktere pek katkısı yoktur ve olan bitenin orada değil de burada gerçekleşmesi arasında fark algılamayız. Dolayısıyla bir sorgu da yaratmaz.

Öte yanda derdi sorgulamak ve sorgulatmak olan ve bu nedenle okuru da bir miktar dürten, düşünmeye iten iyi edebiyatta mekân, karakterlerin kişiliğine katkıda bulunur. Roman kişisinin caddenin gölgeli tarafından yürümesiyle güneş alan kaldırımında yürümesi arasında fark vardır. Yazarın bilinçli seçimleri doğrultusunda aynı karakterin odanın neresinde durduğu, apartmanın kaçıncı katında yaşadığı, aşağı mı indiği yoksa yukarı mı çıktığı bilinçaltımızı etkiler. Yüzü dışarı dönük, perdeyi hafifçe aralayıp camdan bakan bir kadın ile aynı mekânda, yüzü odaya dönük, eşiğe bakan bir kadının farkını düşünün. Aynı karakterin İstiklal caddesinin hayhuyu içinde yürüdüğü an ile Çukurcuma’nın kuytu sokağında yürüdüğü ana dair bize geçen duygu farklı olacaktır.

Gelin, edebiyatta mekânın kullanımına biraz daha spesifik örneklerle bakalım ve aslında tüm bu mekân kullanımlarının, kendi hayatımızdaki izdüşümünü aramak, sorgulamak üzere kurgulandığını da aklımızın bir kenarında tutalım. Çünkü en başta söylediğim gibi, edebiyatın işlevi aslında, okuduğumuzdan devşirdiğimiz örneklerle kendi toplum-birey-mekân ilişkilerimizi gözden geçirmektir.

Mekân deyince aklımıza önce kapalı alanlar gelir. Ev, işyeri, okul, fabrika, bunların bölmeleri ve sair. Kendimizi de en çok buralarla özdeşleştiririz. Ama sonra mevzu genişler, genleşir ve algımız sokaklara, caddelere, kente taşar. Hatta ardından bir bütün olarak doğa gelir. Kırlar, dağlar, uçsuz bucaksız deniz. Tam da burada, James Joyce’un Sanatçının Gençlik Portresi romanındaki karakteri Stephen Dedalus’un, yedi yaşındayken yatılı okulun yatakhanesinde defterine yazdığı adresi geliyor aklıma. Önce adı ve sınıfı, ardından kapı numarası ve sokağıyla ailesinin yaşadığı ev, sonra yaşadığı il, eyalet ve ülke, ardından Avrupa ve dünya, en sonunda da kâinat. Ve kâinattan sonra bir şey var mı sorusu. Bilmiyoruz. Stephen da bilmiyordu.

İlginç bir şekilde mekân deyince zihnimizde yine çoğu zaman bir düzlem canlanır. Bu insanın doğasına özgü bir durumdur. Oysa romanlarda özellikle düzlemden çıkılıp, dikey boyuta geçiliyorsa, yani karakter bir yere iniyor veya çıkıyorsa, yazarın bilincin ötesiyle bir derdi olabilir ve zihnimizi kurcalamak istediği muhtemeldir. Odisseas’tan Gılgamış’a, Manas’tan Finnegan’a varana dek tüm destanlarda hep inilen veya çıkılan bir Hades’in bulunması gibi.

Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında Galip bir vitrin mankeni imalatçısına uğrar. Kısa sohbetin ardından dükkânın mahzenine inerler ve orada, genelde çarşı pazarda görmeye alışık olduğumuz vitrin mankenlerinden farklı, bastırmak istediğimiz mimikleri yansıtan mankenler görür. Romanın dönüştüğü anlardan birisi de Galip’in, hikâyede peşine düştüğü Celal’in çatı katındaki evine çıktığı ve onun kıyafetlerine büründüğü andır. Mahzen! Çatı katı!

Hemen bir başka çatı katına, hatta aynı romandaki iki farklı çatı katına gidiyor aklım. Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un yaşadığı, derme çatma oda ve tefeci kadını öldürdüğü son kat. Dostoyevski’nin ta o zamandan bize söylemeye çalıştığı bir şeyler var bence.

Çok ilginç bulduğum bir başka dikey hareketi daha anarak inişli çıkışlı mevzuları burada kapatalım. Leyla Erbil’in Cüce’sinde Zenime, gazetecinin de gazıyla poz vermek üzere bahçedeki ağaca tırmanmaya başlar. Ve yükseldikçe yok olur. Çünkü o ağaç iktidarı temsil etmektedir ve fallusvari bir yanılsamadır.

Metinde metafora dönüşebilen güçlü bir başka mekân, ilginç bir olgu da adadır. Doğrudan adada geçen Sait Faik öyküleri gibi, adayı bir düş mekân, uzak alan olarak kullanan metinler de vardır. Bu ikincisine uygun en güçlü örneklerden birisinin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u olduğunu düşünürüm. Romandaki dört ana karakterden hem yaşça hem fikren en olgunu İhsan, İstanbul’un adalarında yaşamaktadır ve önemli konular onun kurduğu masada konuşulur. İhsan ve o sohbet, özlem duyulan bilge geçmişi temsil etmektedir ama bir yandan da tıpkı ada gibi, artık geçmişte takılıp kalmamak, bugüne, gerçeğe, ana karaya dönmek gerekir.

James Joyce tüm metinlerinde zümrüt adasını, İrlanda’yı anlatır ama özellikle Dublinliler’deki öykülerde ada, ah ne kadar güzel, yemyeşil, etrafı masmavi deniz gibi bir güzellemeden çok, sıkışmışlığın, gidememenin, kısır döngünün mekânıdır.

Edebiyatta ada kullanımını iki örnekle tamamlayayım ama bu örneklerde ortada bildiğimiz anlamda bir ada, hani şu dört tarafı denizlerle çevrili kara parçası yok. Çünkü aslında izole her mekân kendince bir adadır. Evlerimizde, kentlerde, kendimize ve kentimize özgü adalarımız vardır. İşte onlardan biri de Kapalıçarşı.

Kaleme aldığım Kapalıçarşı romanında çarşı, insanların kendi hikayeleriyle gelip toplaştığı ama içeri dahil oldukları anda bu beş benzemez karaktere kendi zamanını, iklimini, atmosferini ve rengini kabul ettiren mekândır. Ve romandaki her bir karakter Kapalıçarşı’ya, yani kent içinde kendi duygusunu yaratmış o adaya, meşreplerine uygun farklı kapılardan dahil olurlar. Siz mekânlarınıza hangi yönden girdiğinizi, nerelerde durduğunuzu, nereye oturduğunuzu hiç düşündünüz mü? Peki ya dahil olduğunuz adaların sizi nasıl da kendi kabuğuna çektiğini fark ettiniz mi? Salondan kalkıp mutfağa gitme ve orada biraz zaman geçirme isteğinden bahsediyorum. Çünkü mutfak bazen bir adadır.

Coğrafi anlamda ada olmamakla birlikte mükemmel bir ada örneği olan bir başka roman da Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’dir bence. Zebercet’in kendisine emanet, ana rahminin güvenini sağlayan otel içindeki hali tavrı ile dışarı adım attığı anlarda karşılaştığı tutum birbirinden çok farklıdır. Ada misali mekân bir noktadan sonra yetersiz kalır ve dışarıya özlem duyulur. Ama dışarıdaki hoyrat iklim, insanların yargısı da yeninden adaya kaçma arzusunu körükler. Ne var ki artık ne içerisi ne dışarısı huzur vermez Zebercet’e.

Velhasıl, edebiyatın temel işlevi okurda, hem topluma hem bireye yönelik sorgu alanı yaratmasıdır ve metnin karakter, dil, betimleme, imge, zaman ve sair diğer öğeleriyle birlikte mekân da iyi edebiyatta bu işleve hizmet eder. Geçiş mekânları, kentle özdeşleşmek, mekân siyaset ilişkisi gibi konular da var ki onlara da bir sonraki yazıda değinelim. O zamana kadar, hayatımızda mekânın önemini unutmadan ve mekânın üzerimizdeki etkisine bir miktar kafa yorarak. Çünkü mekân varlığımızı tanımladığımız alandır. Ya da bezen, üstüne düşünmezsek, varlığımızı yutar da farkına bile varmayız.

Perdeyi hafifçe aralayıp camdan aşağı bakan kadın sokakta bir adam görüyor. Adamın sırtı dönük ve usulca uzaklaşıyor. Veya adamın yüzü bize dönük, apartmana yaklaşıyor ama gözleri yerde. Veya adamın yüzü bize dönük ve kafası hafifçe kalkık, yukarıdaki camın ardını görmeye çalışıyor. Cam da mekâna dahil. Arkası ve önüyle.

Edebiyatta Mekân – 2

Bir önceki makalede mekânın edebiyattaki farklı kullanım alanlarına değinmeye çalışmıştım. Kaldığımız yerden devamla kent, geçiş mekânları, mekânın sağladığı imkanlar üzerine düşünmek istiyorum ama önce mekân ve siyaset ilişkisine azıcık değinelim.

Baskıcı siyasetin mekânlardan pek hoşlanmadığının farkında mısınız? Kentler dışarılara, temassız alanlara kayıyor. Sitelerin duvarları yükselmekte. Çarşı Pazar yerini çoktan AVM’lere bıraktı ve bu tüketim vahalarında nereden yürüyeceğiniz, nereye bakacağınız, nasıl eğlenip nasıl doyacağınız, hepsi planlanmış halde. Her yeni plaza oluşumunun önünde mutlak surette bir cami var. Yeni anlayışın büyük boy bekçi kulübesi olan bu mekânlar, rant ve kapitalizmi el açıp koruyorlar. Öte yanda meydanlar tehdit unsuru. Gezi’de milyonların toplanması halen Demokles’in kılıcı gibi zihinlerde. Meydanlarda caddelerde buluşup konuşmamız zinhar yasakken ve konserler, festivaller, zihnimizi özgür kılacak her türlü etkinlik yasaklanmak isteniyorken, tüketim için oluk oluk AVM’lere akmamız isteniyor. Yeter ki sağa sola bulaşmadan evlerimize dönüp Survivor, Masterchef, Evlilik Programı falan izleyelim. Hatta artık belki AVM’ye bile gitmeyelim de çevrimiçi sitelerden bir tıkla her şeyi halledelim.

Sipariş verin! Sipariş verin!

Öte yanda bir itiraz dile getirilecekse bunun için de yeni bir alan sunuluyor; sosyal medya. Sokaklarda susun ama bir itirazınız varsa klavyeye dökün. Sosyal medya mekân mıdır? Neden susuyoruz? Kanlı canlı konuşup tartışmadığımız sürece toplumdan bahsedebilir miyiz? Mekânın siyasetle ilgisi nerede başlar, nerede biter?

Sorular çoğaltılabilir ama biz edebiyata dönelim. Çünkü dar anlamda edebiyat, geniş boyutta sanat, bu soruların yanıtını bulmamız yönünde yol gösterici olabilir. O halde biraz da kenti yazmaktan bahsedelim.

Kimi yazarlar veya romanlar kentle özdeşleşir. Ama bu özdeşleşme üzerine üstünkörü düşündüğümüzde, söz konusu yazarın kenti çok güzel anlattığı, mahallelerin, sokakların gözümüzde canlandığı, edebi başarının da burada yattığı sanılır. Hayır! Kent, mahalleler, sokaklar, meydanlar yani kısacası mekân, yazar için malzemedir ve derdi oraya dair görsel hafızayı harekete geçirmenin ve güzelleme yapmanın çok ötesindedir.

Yaşar Kemal bize Çukurova’yı, o dağlar, köyler, ova ve uzaklarda Akdeniz gözümüzde canlansın diye anlatmaz. Tüm bu mekânlar akıp giden olaya yön versin, İnce Memedi’in ruh haline sirayet etsin diye kullanılır.

Yani diyorum ki Ulysses’e Dublin turizm broşürü muamelesi yapmamak gerekir. Bloom’un ve Dedalus’un göründüğü her sokağın, hastanenin, kütüphane odasının, gece köyün ve hatta bu mekânlarda nerede durduklarının bir anlamı vardır. Tabii evde kocasını bekleyen (!) Molly’nin, yatağın hangi yanında yattığı da bize bir şey söyler. Ama ben bu romanda en çok, Liffey nehrine kentin lağımının boşalma anını severim. Lağımın da nesi sevilir canım derseniz şöyle ki; coşkuyla dökülen lağım o anda oradan geçen Genel Valiye adeta tüm İrlanda adına mecazen dil çıkarmaktadır. Dolayısıyla iyi edebiyatta lağım da mekâna dahildir.

James Joyce’un Ulysses, Finnegan Uyanması ve diğer eserlerini çevirdikten sonra, kimi okurlar, bu görece zor romanları okumayı kolaylaştıracak bir sözlük yazmamı istemişti. Ben pek öyle sözlük, açıklama, kılavuz insanı değilimdir. Çeviride metnin niteliğine göre ufak tefek dipnot verilebilir ama onun ötesinde romanları her okur kendi algısına göre okumalı. Dolayısıyla Joyce’u roman karakteri yapıp günümüze ve İstanbul’a getirmenin daha hoş olacağına karar verdim. Gelmişken de edebiyatından hayatından bahsetsin. Ve Dublin sokaklarının bize farklı Bloom’lar sunması gibi, İstanbul’un farklı noktalarının Joyce’u değişik kimliklere bürümesini amaçladım. Kadıköy balık pazarında merakla dolaşan Joyce ile Kapalıçarşı’da afallayan Joyce, Kuzguncuk’ta sakinleşen Joyce ile Atatürk Kitaplığında çok bilmiş duayenler karşısında gerilen Joyce elbette farklı olacaktı. Ve özünde Dublinli Joyce ile İstanbullu Joyce bize kenti, insanın kent ile ilişkisini hatırlatıyordu.

Kentin veya yörenin edebiyatta nitelikli kullanımında birkaç ustayı daha anmak isterim. Gürsel Korat’ın Kapadokya’ya hem yakın hem uzak tarihte kattığı ruha bir bakmak gerek. Mekân (ve yanısıra dil) kullanımının edebiyatımızdaki çok iyi örneklerindendir. İstanbul’u en güzel kullanan (anlatan değil!) yazar belki de Orhan Pamuk’tur. Henüz okumadıysanız veya yeniden okursanız, Kafamda Bir Tuhaflık’ta Mevlut’un Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki, Fatih taraflarındaki ve sonlara doğru Kuştepe’deki hallerine dikkat edin. Yine Orhan Pamuk’un birkaç romanına Gebze’yi dahil etmesinin boş yere olmadığını görün isterim. Gebze müthiş bir eşik değil mi? Burhan Sönmez bize İstanbul İstanbul’da, romanın adından başlayarak dehşetli bir katman sunar. Bildiğimiz düzlem ve unutmak istediğimiz, görmezden geldiğimiz düzlem gidip gelir. Benzer durumu, bu kez işin içine İstanbul’u doğasının da katılımıyla Ercan Y Yılmaz’ın Altı Üstü İstanbul romanında rastlarız. Bu iyi kalemlerin bize, kente ve mekâna dair söylemek istediği bir şey var.

Bir de geçiş mekânlarımız var. Veya eşikler. Bir öykümde İstiklal Pasajındaki Suriye Pasajını, bir başkasında Marmaray’ı kullanmıştım. Marmaray’ın zihninizde çağrıştırdıklarını bir düşünsenize. Korku, heyecan, merak. Mekânın öncesi ve sonrası yazara ve okura çok geniş imkanlar sunar.

Tolstoy, bütün büyük romanların ya kentten birisinin ayrılmasıyla veya kente bir yabancının gelmesiyle başladığını söyler. Eşik mekânlar! Anna Karenina’nın istasyonu. Calvino’nun Bir Kış Gecesi Bir Yolcu romanında benzer sahne. İskeleler, havaalanları, yollar. Her biri nevi şahsına münhasır mekânlar.

Latife Tekin Sevgili Arsız Ölüm ile romanı köyden kente taşır. Tıpkı romandaki ailenin ve memlekette milyonlarca ailenin göçü gibi. Ve kırsaldaki Dirmit ile kentteki Dirmit birbirinden farklıdır çünkü dile gelen kuşkuş otu geride kalmıştır. Kent bütün kalabalığı ve gürültüsüne rağmen suskundur. Azıcık nüfuslu köyde uçsuz bucaksız sonsuzlukları, göğü ve dağları görürüz. Oysa kalabalık kentte mekân üstümüze üstümüze gelir. Aile dar alanlara sıkışmıştır. Ve Berci Kristin Çöp Masalları da herhalde edebiyatımızdaki en güzel mekân anlatılarından birisidir. Gecekondu bu kadar güzel anlatılır ama güzel dediysem şirinliğinden bahsetmiyorum elbette. Size gecekonduları, kuytuları, mahzenleri, fabrikaları göstermeyen yazarlardan kuşku duyunuz. Çünkü hepsi kente mekâna ve gerçeğe dahil.

Mekân ve siyaset ilişkisiyle başlamıştık, oradan tamamlayalım. Kapalıçarşı romanında on iki kişi, farklı yurtlardan, birbirine hiç benzemeyen hikayeleriyle çıkıp gelir ve dön dolaş çarşıda bir araya gelirler. Bugün saçma sapan bir yenilemeyle ne yazık ki tüm güzelliğini ve özelliğini kaybetmiş, zamanın Şark Kahvesinde buluşur, konuşup tartışır ve sonra geldikleri gibi gerisin geri kendi mekânlarına dağılırlar. O sohbet sonundan anlaşmış olmalarına, uzlaşmalarına gerek yoktur. Çünkü tıpkı çarşı gibi farklı renkleriyle, düşünceleriyle, hayatı başka başka yaşamalarıyla değerlidir bu insanlar. Buluşmuş ve konuşmuş olmaları önemlidir. İşte bunu onlara bir mekân sağlamıştır. O nedenle bizim mekânlarda buluşmamız, konuşmamız, tartışmamız, fikir alışverişinde bulunmamız gerekir. Mekân bize bunu hatırlattığı, bu imkânı sağladığı için önemlidir.

Buradan hareketle, okuduğunuz romanlarda, izlediğiniz tiyatro veya filmlerde, resimlerde, mekâna bir de bu gözle bakın. Dikey mekânları, geçiş mekânlarını, adalarınızı ve anakaranızı düşünün. Hayatınızda eksilen mekânları, kentlerin dönüşümünü, mekânla ilişkinizi kafanızda bir tartın. Çünkü mekânın, dağın koynuna çekilen İnce Memed’in, ne tutunacağım bu sisteme diyerek sokakta uzaklaşan Turgut’un bize söylediği çok şey var. Ta ki kulak verelim. Yoksa meydan Abdi Ağa’ya kalır veya biz tutunduğumuzu sanır, farklı mekânları ıskalarız.