1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

“Erkekler savaşı sever çünkü bu onlara ciddi görünme imkânı verir. Çünkü bunun, kadınların kendilerine gülmesini engelleyen tek şey olduğunu sanırlar” diyor elimdeki John Fowles romanı(*), üstelik tam da Rusların Ukrayna’yı işgal ettiği saatlerde fısıldıyor bunu bana. Haykırmak istiyorum Putin’e ve ona destek veren, ilaçlarını yutmayı unutmuş oldukları için zıvanadan çıkan deliler gibi davranan tüm kurmaylarına: “Valla gülmüyoruz biz size. Yeter ki bir kendinize gelin artık, bir çekidüzen verin. Hem barış yanlısı, merhametli, hümanist, vicdan sahibi adamları daha çok sever, daha çok ciddiye alırız biz kadınlar. Nereden kapıldınız bu inanca? Yalan, hem de kuyruklu yalan!”

 

İnsanlık günlerdir bir utanç girdabında debelenip duruyor. Utanç, yeni değil aslında. Oyun, asırlardır devam eden aynı oyun. Açgözlü, kana susamış, hırs küpüne dönmüş, sadece eziyet etmek için bu dünyaya gelmiş hükümdarlar da aynı, kim için ve ne için öldüğü bilinmeyen erkekler de, bu tepişmede en çok ezilen kadınlar ve çocuklar da… Oyun farklı sahnelerde oynanıyor diye, oyuncuların dış görünüşleri farklı diye, kostümler farklı diye, oyunu da farklı zanneden seyirciler olabilir tabii ama olup biteni bizim gibi dikkatle izleyenlerin sayısını da hiç küçümsememeli.

 

Ait olduğumuz bu hızlı iletişim çağında, kilometrelerce uzaktaki bir savaşa neredeyse anında tanıklık ediyoruz. Binlerce yıldır soluk alıp vermekte olan insan, belki de hiç bu kadar yakından gözlemlememişti gezegeninde yaşananları. Başı da sonu kadar hazin olan bir filmi izler gibi, çekirdeklerimizi çitleyerek takip ediyoruz her şeyi.

 

Ukrayna’da 18-60 yaş arasındaki eli silah tutan erkeklerin hepsi, ülkelerini savunmak için Ruslarla savaşıyor. Kadınlar ve çocuklar ise ağlamaklı, komşu ülkelerden birine kabul edilmek için sınırlarda sabırla beklemekte. Kimisi eşini bırakmış geride, kimisi dağ gibi evladını, kimisi de her ikisini. İçinde saatlerce bekledikleri araçları fi tarihinden kalma bir otomobil de olsa, son model bir cip de, hatta yaya bile olsalar, kaderleri aynı. Zengin, yoksul ayrımı yapmıyor kilometrelerce uzayan kuyruklar. Sınıfsal fark gözetmiyor batıdaki komşular.

 

Birleşmiş Milletler dört milyon Ukraynalının göç edeceğini tahmin ederken, madalyonun daha trajik, daha düşündürücü yüzünü ise kimse görmek istemiyor: Henüz birkaç ay önce Taliban korkusuyla Ukrayna’ya sığınan Afgan kadınlar, bu defa da Ruslardan kaçıyor! Onların durumu daha da vahim çünkü üstünden bir yıl bile geçmeden ikinci kez yollara düşen bu insanlar, Ukrayna vatandaşı olmadıkları için Avrupa’ya giremiyorlar. Sınırlarda ne kadar tutulacakları belirsiz. Kaderlerini kestirmek zor. İlerlemeleri deveye hendek atlatmak gibi, ülkelerine dönmeleri ise artık imkânsız. Neresinden tutarsan tut, olay içler acısı.

 

Geride kalan erkekler… Yürek dağlayan vedalar… Belki de son öpücükler, son sarılmalar, son bakışlar… İngiliz Daily Mail gazetesi, “Kadınlar Göçü” ifadesini kullanmış bu mülteci hareketi için. Nokta atışı bir benzetme: “Kadınlar Göçü”…

 

Ben teknolojiye ne zaman “ileri teknoloji” diyeceğim, biliyor musunuz? Kandaki alkol miktarını ölçen alkolmetre gibi tıpkı, yürekteki “insanlığı” ölçen bir cihaz icat edildiğinde! Eğitimlerini, sosyokültürel geçmişlerini, mesleklerini filan bir tarafa bırakın ve siyasi liderlerin seçimlerde adaylıklarını koyabilmeleri için böyle bir teste tabi tutulduklarını düşünün. Sonra da insanlık seviyesi bilmem kaç promilin altında kalanları seçimlerden men edin. Bir anlığına da olsa düşünün bunu, haydi! Ne müthiş bir icat olurdu, değil mi?

 

 

* Büyücü, Ayrıntı Yayınları